İzmir Devlet Senfoni Orkestrası Viyolonsel Sanatçısı olan Cem’in, Susmanın Ötesi adlı Haiku tadındaki dosyası 2003 Arkadaş Z. Özger Şiir Yarışması’nda finale kalarak “Anılmaya Değer Dosya” olarak kitaplaştı. Sina Akyol ve Coşkun Yerli ile "İnsan Halleri"ni dert edinen ve kısa şiirlerden örülü RENGA şiir zincirinde yer alan Hakan Cem’in ikinci şiir dosyası Öpücük Damlası (2007) ile bir anlatı dosyası olan Çınarın Gururu Gölgesidir (2013) Yitik Ülke Yayınları’nca kitaplaştırılmıştır. 2014 yılında yayımlanan Ölüler İçin Kılavuz adlı şiir kitabıyla 2014 S. Arısoy Şiir Ödülü'nü aldı.


Yapı Kredi Yayınları'nca yayımlanan: “Tanzimat'tan Bugüne Edebiyatçılar” ansiklopedisinde de yer alan Cem’in yazı ve şiirleri bugüne kadar: Kitap-lık, Yasakmeyve, Özgür Edebiyat, E, Akatalpa, Son Kişot, Pitoresk, Şiiri Özlüyorum, Kurşun Kalem, Deliler Teknesi, No Edebiyat, Akköy Edebiyat gibi edebiyat dergileri ile Haydar Ergülen yönetimindeki Artful Living sanal edebiyat portalında da yayımlanmış, yayımlanmaktadır. Bazı Şiirleri Fransızca'ya çevrildi.








Translate

27 Eylül 2013 Cuma

ŞAİRİN BESLENMESİNE DAİR*


   Ana dilim şiirdir! Dualarımın, düşlerim ruhum ve vicdanımın dili. Kendimi arayışım, kekeleyişim bu yüzden; şiirle kutlarım onu! ‘Dört Rüzgâr Çarptım Yüzüme Uyandım’ başlıklı düzyazı şiirimin ilk rüzgârında böyle mırıldanmışım. İnsanlık, şiirin elinden tutuşunu, geleceğe taşıyışını, yüreklendirişini yaşadı. Yaşayacak. Rönesans şaire, o haberciye: Alter deus (öteki tanrı) gözüyle de bakmıştır. Temellendirme bağlamında şiir sanatını, inşa etmek aracılığıyla yaratma olarak görmektedir. Poesi/Poetry sözcüklerinin, şiirsel yaratma anlamında geç Rönesans’ta kullanıldığını da görürüz. (…) Haylaz bir çocuktur şiir!

 Şiir! Çelişkiler atlasım… Yakılmış köprülerin külleriyle yazılmış şiir! Çocukluktan el alan akıl dışı görme biçimi… Ele geçirilemeyendir o! Düşüncelerden ürken, suskun olandır. Anlamı sezdirir; okuruna yalnız olmadığını duyurur da bir avuç sözcükle yapar tüm bunları. Beklenmeyendir aynı zamanda, şaşırtıcıdır, bir bakıma yolculuktur da; yeryüzü güncesi, demir alır uzak denizlere! Neye mi yarar? Yaratıcısını bilici kılar, onu kutsar. İçsel çağrısıyla, ışığıyla yeni olanın peşine düşürür. Sevmektir, arınmanın derin huzurudur ve elbette çıkış yoludur… Yaşam, anlam katmanlarında genişlerken derinlerimizi kazıp duran, utançlarımızı, yakınmalarımızı, gözyaşlarımızı ele geçiren, şairine bile ters düşebilen; işte, böylesine haylaz bir çocuktur şiir…

  Şair, uçurum kenarlarında yarattığı, yaşanır kıldığı imgelerle, sözcüklerle, o sözcüklerin ritimleriyle sürdürür şiir ülkesinin inşasını. Şüpheyle, karanlık, yabancı ve uzak bir sabırla dilin reddine çalışır… O ülke ki sürgüne gittiği geleceğin şimdisidir! Şair, inşasını sürdürdüğü şiir ülkesinde yalnızdır, tuhaftır, farklı algılara sahiptir. Hayalci, yanı başındakilerden kopuk, çok uzakta, anlamsıza yanaşarak, sessizliğin sarmaşığındaki dünya görüşüyle anlam ses ilişkileri kurar; düşünceler, çatışmalar, izler, beklentiler… Ah bir göz göze gelse ya kendiyle! Kimi zaman sözcükler sınırının ötesindedir ifade edilemeyenler; oradan bakmak, orayı dinlemek! Yalnız şair mi? Şiirle yüzleşerek verilir düzyazının da savaşı. Yaratı sürecinde sancılanan her özne, kendi derinine böyle yanaşır; dilin çilesini çekmeye, acısıyla yanmaya hazırlanır… Arınmak için doğanın çağrısıdır bu! Ateşi tuttum/kendimi yargıladım/bana kül oldum/yokluğumdaki demde/azaldıkça çoğaldım.

 Eluard’ın: “…şair, ilham alandan çok ilham verendir.”  söyleyişini düşünüyorum. Yoksa şiir yok da kalıcı olanların kurucuları şairler mi var? Alter deus! Öyle ya ilk dizeyi Tanrı lütfedermiş; sonrası! (…) Sonrası, şaşkınlık denen o olağanüstülükle, ruhun taşkınlığındaki öznenin düşe kalka okuduğu; nasılıyla, gizemiyle, biçimiyle kendini büyüttüğü şiir şiiri doğururmuş. Dilin en seçkin bu biçimi, yaşamın önünü açarken oluşma, yıkma, yeniden inşa etme süreci de başlarmış. Böylelikle bitmeyen ve tükenmeyen sorularıyla kendinde, çevresinde olup biteni anlamaya, anlamlandırmaya, duyurmaya çalışırmış alter deus.



 Öte yandan okur, duyduklarına yeni anlamlar yükleyip, başkalaşıp, o kutsal biliciyle arasında köprüler kursa da güzellik algımız bugünlerde, iletişim ağlarının tanrılaştığı yoksullukta çöken bir sisle, bireylerarası iletişimin yitirildiği, konfetileştiği patikalardan geçiyor… Bir avuç gökyüzü, bir tutam çim kokusuyla konuşuyor ve hiçbir şey söyleyemiyoruz; birbirimizi anlayamıyoruz; yazık! Doğadan kopuk bir kent yaşamının yapaylığında zamanı eritiyoruz. Kim bilir belki de besleniyoruz!

   Bir derinleşme uğraşısı olan şiir, coğrafyamızda, öncesiyle sonrasıyla dinlemelere, okumalara çağırır bizi. Haşim, Yahya Kemal, Necip Fazıl, Nazım, Toplumcu Şiir, Garipçiler, İkinci Yeni ve günümüze uzanan delta… Söyledikleri toprağa serpilen tohum kadar bereketli. İzin vermeli: Yüreğimizde köklenmesine, serpilip umursamazlığı aşmasına, başkalaşmasına izin vermeli. Böyle beslenmeli şiir şairden, şair şiirden… Okumak! Ve okumak! (…) Okumak! Şiirin şairi, şairin şiiri beslediği tüm deltalarda iz sürmek… Söz gelimi şiirimizin Divan’ına uğramak, o muhteşem ritme! Oradan Necatigil’in “Divançe”sinin, Turgut Uyar’ın “Divan” nın, aynı sularda Attila İlhan, Hilmi Yavuz’un izlerini sürmek; halk şiirinde yol almak, Oktay Rifat, Cemal Süreya rüzgârlarıyla… Garip’lerin arasında soluklanmak; Asaf Halet Çelebi’nin “Om Mani Padme Hum”unda kaybolmak; Ece Ayhan çıkmazında öylece kalakalmak! Edip Cansever’in Umutsuzlar Parkı’yla “Gelenek”in izlerini bulmak… Ya Nazım’ın gür sesi! Ve günümüze uzanan nicesi… Hele bir de şairin dilinde, başka başka ülkelerin dillerine yelken açmak varsa! O şiir koylarını kendi öz dilinde keşfetmekle de çoğalacaktır şair. Ne ki şair şiirle de kalmamalı! Eskisiyle yenisiyle öykü, roman koylarına da sıkça uğramalı… Hemen akla geliveren: Poe, Sartre, Kafka, Joyce, Proust, Karasu, Uyar, Pamuk ve günümüzde daha pek çoğu… Dahası, sanatın tüm disiplinleri, yaratıcı özneyi ilgilendirmeli! Sinema, müzik, resim, heykel, plastik sanatlar…

  Sanatın tüm disiplinleri, zengin kaynaklarıyla şairi ilgilendirmeli! Değişim, dönüşüm, insan ilişkileri, toplum değerleri, doğa ilişkileri… Bunları okuduğumuzda evet, sanatın tüm disiplinleri yaratıcı özneyi ilgilendirmeli! Müzikle anımsayalım! Rus beşlerinden Mussorgsky, yakın arkadaşının daveti üzerine gittiği resim sergisinden on tabloyu kucaklayan ezgilerle beslenmiş: “Bir Sergiden Tablolar” başlıklı yaratısını ölümsüzlüğe uğurlamıştır. İspanyol yazar Cervantes, geç romantik Alman besteci Richard Strauss’un müziğinde izler bırakarak onun: “Don Kişot” senfonik şiirinin doğumuna kaynak olmuştur. Yine Nietzche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” adlı eseri Strauss’u derinden etkileyecek ve besteci aynı adla: “Böyle Buyurdu Zerdüşt” başlıklı senfonik şiirini yaratacaktır. Bunları çoğaltmak mümkün! Çaykovski’nin: Şekspir’den “Romeo Juliet” Dante’den “Francesca da Rimini”; anonim edebiyat üzerinden Korsakov’un “Binbir Gece Masalları” Puşkin’den “Altın Horoz”  başlıklı senfonik şiirler… (…) Bir başka beslenme kaynağı “Tekrara düşmeme” ilkesi, yaratının önemli yapı taşlarından biriyken, Fransız besteci Ravel, dünyadaki tüm konser salonlarını taçlandıran Bolero’sunu, doğrudan “Tekrar”ın kendisinden beslenerek yaratmamış mıdır? İşte, sanat, edebiyat bizi böylesine ilgilendirmeli; böyle beslenmeli! Okuruna ulaşan “Ge(n)ç Yaratı” başlıklı yazımda: ‘Dünya yolculuğunun sonu sayılan ölümün, insan üzerine düşürdüğü koyu gölgenin yok edilmesidir yaratı!’ şeklinde sıralanmıştı harfler.



  Şiirimizin (Modern) Fransız şiiriyle beslendiğini söyleyebiliriz. “Ben bir başkasıdır!” diyerek şiir ülkesine yelken açmış Rimbaud, peşi sıra pek çok şiir teknesinin yelkenlerini de kendi iç rüzgârlarıyla beslemez mi? Yalnız biz mi? Uzak denizler atlasında Amerikalı şairlerden tutun da İsveç, İtalyan, Şili, Meksika, Lübnan, Mısır, Japonya ve daha nicesi… Şairler, Fransız şiirinden beslene gelmiş. Elbette salt Fransız şiirinden söz edemeyiz; sivrilen kalemin ucuyla yazılan tüm kültürlerdeki şiirler, şiirleri(mizi de) beslemiş. Neruda, Mayakovski, Lorca, Brecht, Seferis, Ritsos, Nazım, Aragon ve dahası… Lakin hepsi de kendi seslerinden örülü, yaşadıkları coğrafyaların özelliklerinden yeniden inşa edilmiş kendi şiir koylarını, ülkelerini kurmuşlar.

  Şiir ülkesinin farklı koylarına demir atmış o kutsal bilicilerin şiirlerine yanaşmakla yol alırız. Anday, Cansever yelkenlerinin bir zamanlar Eliot; Oktay Rifat’ın Valery, Mallerme; Cemal Süreyya’nın da Max Jacob, Prevert, Apollinaire rüzgârlarıyla beslendikleri, dümen sularının uzaklardaki izlerinden görülmektedir. Bir tek onlar mı? Hayır! Hayır! Haşim’den Yahya Kemal’e, Orhan Veli’den Kısakürek’e, Dıranas yelkenlerine… Baudelaire, Supervielle, Char, Prevert  rüzgârları… Nazım’ın Rus, Necatigil’in Alman, Ülkü Tamer’inse Anglo-Sakson dil rüzgârlarıyla yelkenlerini açtıklarını, iz bıraktıklarını da unutmamalıyız! Anadolu soluğundan, sokaklarından ürünlerini toplayan Dağlarca’yı, pastoral şiiriyle Külebi’yi, bir başka Anadolu şairi Gülten Akın’ı da! Köy yaşamı, kır yaşamı, kent yaşamı… Joyce’un Dublin’i,  Berk’in İstanbul’u, Latife Tekin’de kentin varoş yaşamları, Pamuk’un Teşvikiyesi yazara, şaire çok şey söyler okuruna aktarması için… 


   Ya da İssa’nın Kaşivabara’sı!


 Şiirin gelgitleri yatağını değiştirdikçe şairi de çoğalacak zenginleşecektir. Şair, yazar, yaşamın içinden, tam da derininden beslenir! Bu her yerdir, her şeydir. Günümüzde şiirlerini okuduğumuz, yine bir uzak denizler ülkesi olan 18 yy. Japonya’sında, yaşamın, çocuksu coşkunun, doğada olağanüstü hayretle uyanışın şairi Kobayashi İssa’nın şiirinin, dünyanın kesintisiz sabahını kutladığı ve insan yüreğindeki güzelliklerin her gün yinelenmesi umudunu çocuksu bir güvenle duyurduğu söylenir. Yaşamın sonsuz kırılganlığının bilinci de şairin /yazarın beslenme alanıdır: bir gün ölmeye hazır ol / evet hazır ol- / çiçekler bunu söyler! Böyle diyor İssa! Uzun seyahatlerinden sonra doğduğu kasabaya yüzlerce şiirle dönen İssa’yı Kaşivabara’da başka acılar bekleyecektir. Peş peşe üç çocuğunun ölümü… Zamanın kesintisiz yıkımını yaşayan şair bize, doğan her şeyin öldüğünü ve dünyadaki her kavuşmanın aynı zamanda bir ayrılık olduğunu söylerken bir yandan kızlarının cansız bedenine sarılmış ağlayan annenin gözyaşlarının faydasızlığını, solan çiçeğinin çürümesini izler, bir yandan da belleğimizde yer eden şiirini fısıldar: çiyden dünya / çiyden bir dünya / ama yine de yine de!

 Ey okur! Ey yazar! Ey şair! Harflerin el ele vermesiyle gelişip büyüyen, yazarından koparak sana ulaşan her yapıt canlıdır, edebi değeri ölçüsünde ölümsüzdür de. Bu ölümsüzlüğüyle, okurunun beslenmesine de aracılık eder…


  Okumak; açık denizlerin kıyısına varmak! 

 Ah okumak…

*Bu yazı Papirüs Edebiyat Dergisi'nin 2011/7 sayısında yayımlanmıştır.







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder