İzmir Devlet Senfoni Orkestrası Viyolonsel Sanatçısı olan Cem’in, Susmanın Ötesi adlı Haiku tadındaki dosyası 2003 Arkadaş Z. Özger Şiir Yarışması’nda finale kalarak “Anılmaya Değer Dosya” olarak kitaplaştı. Sina Akyol ve Coşkun Yerli ile "İnsan Halleri"ni dert edinen ve kısa şiirlerden örülü RENGA şiir zincirinde yer alan Hakan Cem’in ikinci şiir dosyası Öpücük Damlası (2007) ile bir anlatı dosyası olan Çınarın Gururu Gölgesidir (2013) Yitik Ülke Yayınları’nca kitaplaştırılmıştır. 2014 yılında yayımlanan Ölüler İçin Kılavuz adlı şiir kitabıyla 2014 S. Arısoy Şiir Ödülü'nü aldı.


Yapı Kredi Yayınları'nca yayımlanan: “Tanzimat'tan Bugüne Edebiyatçılar” ansiklopedisinde de yer alan Cem’in yazı ve şiirleri bugüne kadar: Kitap-lık, Yasakmeyve, Özgür Edebiyat, E, Akatalpa, Son Kişot, Pitoresk, Şiiri Özlüyorum, Kurşun Kalem, Deliler Teknesi, No Edebiyat, Akköy Edebiyat gibi edebiyat dergileri ile Haydar Ergülen yönetimindeki Artful Living sanal edebiyat portalında da yayımlanmış, yayımlanmaktadır. Bazı Şiirleri Fransızca'ya çevrildi.








Translate

31 Ekim 2013 Perşembe

9 Ekim 2013 Çarşamba

MISIR EL YAZMALARI*



Ateşin Dans Gölgesi

  Uzaklarda, çok uzaklarda duyulan çığlıklara, ateşin gölgesi dans edercesine karışıyor…

 Gecenin serinliğine sinen bu çığlıklar, insanoğlunun, evrenin sessizliğinde yarattığı ilk müzik olarak biliniyor. Çıkarılan ses, yorgunluğun atıldığı günün ezgisi, dansa karışan ateşin gölgesi de gün boyu yaşamdan yana soluk için verilen uğraşların betimlemesiydi. Hüzün, sevinç gibi duyguların dile getirilişinde,  suyun getirdiği bereket, ışığını esirgemeyen güneş için hep çığlıklar atılmıştır. Topraktaki işlerin zorluğu, yine o ilk müziğin habercisi çığlıkla aşıla gelmiştir. 

 Günden geceyi, geceden günü çıkardılar! Ve müzik, güç aldıkları seslerin efendisi oldu. 
            
 Binlerce yıl öncesinde, Mısır'ın Aswan kentinde uyanıyorum. Müzik Tanrıçası Hathor'un Philae tapınağındaki evinde misafirim. Baş ucumda üç nazlı kızın çalgıları! Dile gelen duvarlarda, halkının sesini, tanrıların firavun olmadan önce, harp’ın tellerinden çıkan ezgiler eşliğinde, adalet terazisinde aklanışını duyuyorum. Kuşların, kuşların kanatlarına gizlediği rüzgârın sesini duyuyorum. İnsanın insana, doğaya karşı gelişini, yalnızlığını, tanrıların gücüne boyun eğişini, savaşları duyuyorum: Ağlıyorum! Hayvan kemiklerine soluğumu üflüyorlar, sesimi büyütüyorlar... Duvarlarda ayak sesleri; ellerimi çırpıyorum Hathor'a! 
         
Tören konuğuyum, binlerce yılın tanığı…

  Eski Yunan'da Viyolonselin telleri ezgiler sunuyor. Musalar günü anlatıyor:  Coğrafyasındaki insanı, doğayı, festivallerinden günümüze ses veriyor. Gelin! Katılın Musalar şarkısına! Yüzyıllar sonrasına söyleyin    şarkılarınızı. Müzik maddeden ayrılıyor, açın ruhunuzun hırkasını!

 Aristotel’le, Platon'la tartışıyorum! "Matematik," diyorlar aksini hiç düşünmeden! Ezgilerin günlüğü: Düzeni, dirliği, ölçüyü veriyor yaşamın kıyısından.  Yedi sesin ölçüsü, dirliği... 

  Toprakla birlikte yükseliyor insanoğlunun sesi. Yerleştiği toprağı işlerken, ürününü kaldırırken, bereketi sunan toprağına göz dikenlere karşı dururken! Savaşın çığlığına, uzaklarda, çok uzaklarda duyulan ilkel çığlıkların ezgileri güç veriyor. Tarihi dinliyorum kendi tapınaklarımda!  Savaşa katılan her yiğidin kulağında davulların, zillerin ezgisinin kaldığını, surlardan atılan toplarınsa aslında yiğitlerin kalp atışları olduğunu duyuyorum. Hüznün usulca fısıldanan şarkılarını dinliyorum. Ruhumun derinliklerinde, yenilgiye, sessiz ağıtlar yakıyorum…

 Atın terkisine kızlarımı, davul tokmağına oğullarımı emanet ediyorum, zurnanın ilan ettiği! Kendimi, ezgilerde kendimden sonrakilerle paylaşıyorum... Coğrafyalar geziyorum Hezarfen Kuşu'nun kanatlarında. Toprağın bereketinden sular içiyorum can ezgileriyle...  

  Musaların şarkılarında dinledim ki onlar: Toprağa can verdiler, topraktan can aldılar!

  Musaların şarkılarında dinledim ki onlar: Suyun bereketinde ıslandılar ve güneşin gücünü taşıdılar!

  Musaların şarkılarında dinledim ki onlar: Kendi yaşamlarını, yarın için paylaştılar!

 Günümüze, binlerce yıl sonra sessizliğe uyanıyorum! Yine o savaş çığlıkları atılıyor ama ezgilerin tınısındaki eski zaman yiğitleri yok! Surlarda top sesleri! Şarkılar söylemek istiyorum savaşa dair. İnsan sesinin yüceliğinde, korolar halinde "Hayır" diyebilmek için...  Binlerin "Hayır"ı durdursun savaşı insanlık adına. Binlerin "Hayır" ı barış şarkıları söylesin Tanrıça Hathor tapınağında. Eski Yunan Viyolonseli’nin sesine kulak verelim! Ne demişti insan, kendi coğrafyasında barış için?
                 
 Bırakın onları! Onlar ki kendi topraklarını kendi ezgileriyle işlerler: O toprağın dilini bilenlerdir.  Siz onların toprağındaki ezgileri duyabilir misiniz? Savaşta söylenen şarkılar, barıştan yana ve halkların olmalı! İşlenen toprağı, toprağın bereket bulduğu ellerin hünerini anlatmalı... 

  Coğrafyamdan da ezgiler arıyorum! Hezarfen: Köşe bucak memleketim! Şarkılar duydum insanı anlatan: Kendimi duyamadım! Seni, anaları, kadınlarımı, her biri süt kokan bebeklerimi duyamadım! Çanlarıyla ovalarımda ayrı şarkılar söyleyen kuzuların sesini duyamadım. Işıyan günle anaların ellerinde tutuşan ve fırınlarda pişen somunun tadını alamadım…

 Coğrafyamın şarkısı çoktan unutulmuş. Musalar, şarkılarını eritiyor zamanda. Dinle! Yarın hiç kimselere söz verilmediğine göre, senin için türküler yakmak isterim ey toprak!   Dinle! Sana bereketini sunan Fırat’ın türküsünü dinle!               


 * Bu yazı KUM EDEBİYAT dergisinin 2003/16. sayısında yayımlanmıştır.






8 Ekim 2013 Salı

KISA FİLM IV-V



Fiber optik ortamın dayanılmaz hafifliğiyle 
Sanal Ortam'da edindiğim
paylaşıma açık 
KISA FİLM'e hoş geldiniz!


GÜN OLUR 
BABAMIN 
OĞLU OLURUM !


GÜN OLUR 
BABAM 
OĞLUM OLUR!




ÇOCUKLUK VE YAŞLILIK 
İKİZ KARDEŞLERDİR.

DOĞMAKLA ÖLMEYE BAŞLARIZ!

GÜN OLUR
ANNEMİZ BABAMIZ
BİZİM ÇOCUKLARIMIZ OLUR!
VE
SEVGİ VE ŞEVKAT VE İLGİ
VE 
HOŞGÖRÜ!

7 Ekim 2013 Pazartesi

ELMA’NIN TADI*



ELMA’NIN TADI


               Söylenceye göre ilk birliktelik Adem ve Havva ile başlamış. O gün bugündür birlikteyiz! Cennetten kovulmamıza neden olan Elma’nın tadı ise hâlâ damağımızda! Erkeğini yaratan kadını erkeğinin yaratması ya da kadınını yaratan erkeği kadının yaratması ikilemi içinde ekşi bir elma tadı var damaklarımızda. Yaşam boyu birbirlerini tamamlayan bu iki cinsten biz erkekler, “egemenlik” korkumuz yüzünden kadınların doğamızdaki tamamlayıcı niteliğini yüzyıllar boyu yok saymışız! Onlarsız yapamadığımız gibi kendimize yarattığımız dünyayı da onlarla paylaşmamışız. Oysa birbirimizi yaratanlar olarak varlığımız doğaya ait değil mi? Kadından erkek, erkekten kadın, kadından erkek... Adem ve Havva’dan bugüne kendimizi yaratarak gelmedik mi? Bizler Tanrı’nın bizlere armağanı değil miyiz? Evrenin boşluğundaki masmavi yerküremizde var olmak, soluklanmak adına, Tanrı, kendine ait “yaratma” gücünden, kadın-erkek bize yetecek kadar yetki vermedi mi? Yardımını esirgedi mi? Bizler onun bir parçası iken, biz erkekler gibi verilen yetkiyi kullanan diğer cinsi, kendimizden neden ayrı tutarız?


  Onlarsız yapamıyoruz. Onlar da bizsiz! Erkeğini yaratan kadını erkeğinin yaratması ya da  kadınını yaratan erkeği kadının yaratması...



 Biz erkekler hangi özelliğimizle farklıyız? Spermlerimizle mi? Kas gücümüz, yoksa sakalımızla mı?! Ya da sesimizin kalınlığıyla! Müzik bilimindeki tanımı ile “Tenor” “Kontr Tenor” sese sahip olanlar farklı cinsten mi? Ufak tefek yapılı olanlarımız erkek değiller mi? Köse olanlarımız! Peki kadınların bizden farkı ne? Olağanüstü sezgi gücü! Döllenen yumurtayı aylarca içlerinde besleyip büyütebilmeleri! Zamanı gelince o yüzümüzü, dudaklarımızı dokundurmaktan, açıklaması çıkmaz bir sokak gibi tanımı imkansız bir zevk aldığımız memelerin süt verebilmeleri! Yoksa yaşamımıza zerafeti sokmaları mı? Kim bilir? Hiç biri, kim bilir! 

  Bizler doğanın canlıları olarak birbirimizi tamamlayanlarız. Biz erkeklerin varlığı onlarda, yani yaşamın bizim için tadına doyamadığımız acıların sahibi kadınlarda, onların ki ise tüm benlikleri ile hissettikleri bizde... Bizse var oluşumuzdan bu yana onları aramıza fazla sokmamış, sözlerine kulak asmamışız. Burnumuzun dikine gidip onlara söylemediğimizi, yapmadığımızı
bırakmamışız!



  Eski Yunan’da komedya ustası Aristophanes: ”Bu cadılarla yaşamak olanaksızdır; ancak bu cadılar olmadan yaşamak da olanaksızdır.” diyor aydın kimliği ile! Başka bir aydın kimlik, ünlü Fransız yazın insanı Guy de Maupassant: “Madem ki kadınlar haklarının verilmesini istiyorlar, onlara bir tek hak tanıyalım: Beğenilme hakkı.” derken aydınlandığı ışığı kadınından neden esirgiyor?!



  Ya günümüzün aydınlarına ne demeli?! Agnes Mıchaux’un “Kadın Düşmanı Sözlük” adlı kitabında Jacques Chirac 1978 de  ideal kadını: “Benim için ideal kadın, Correze bölgesinin kadınıdır, yani eski zamanların çok çalışan, erkeklere sofrada hizmet eden, ama kendisi asla onlarla sofraya oturmayan ve konuşmayan kadını”  diye tanımlar! Yüzyılların susturulmuşluğu ile yaşamdaki yeri hizmetten öteye geçirilmeyen alınları öpülesi kadınlar... Önceleri çevrelerinde pervane olduğumuz sonra da susturduğumuz kadın-lar... İlk çağlardan bu yana iş bölümü yapmışız.

Avlanmaya giderken, sonraları tarlaya, fabrikaya… Hep onlarla paylaşmışız var ettiklerimizi.  



 Haydi itiraf edelim! Tanrı’nın sunduğu zerafetlerini güçsüzlük diye nitelendirip yüzyıllar boyu onları ev işlerine kapatmadık mı? Erkekliğimizde heyecan bulan o bedenleri, beynimizin örümcek ağlarıyla bir çırpıda örmedik mi? Ve hâlâ örmüyor muyuz? Biz erkeklerin kadınlarımızla bir kerelik aşktan sonra cinselliğimizin yenilenmesi dakikaların esareti altına alınırken, onların aşkları birden fazla sürebiliyor diye yüzyıllar boyu onları güvensizliğimize kurban edip bekâret kemerine mahkum etmedik mi?



Tarım kültürünün egemen olduğu dönemlerde toprak üstündeki her şey ki bunlar ürün, hayvan, insandırlar: Batı’da Lordların, Doğu’da toprak ağalarının sahipliğindeydi. Ağaların malı olarak kadınlar evliliklerinin ilk gece hakkını, bekâretlerini eşlerinden önce onlara vermek durumunda kalıyorlardı! Ah bu ne utanılacak bir haktır ki biz erkeklerin, doymak bilmeyen açlığında, kadınların kutsal saydıklarını ellerinden rızaları olmaksızın almışız…



  Kadın ve erkek! Kedi ve köpek! Aslında köpektir kediden korkan, kedinin pençesindedir köpeğin varlığını anlamlandıran koku alma duyusu. Köpekse korkular içinde yalnızca kaba kuvvetini gösterir kediye her seferinde ve çoğu zamanda kedi geri püskürtür köpeği...



 İnsanlığın aydınlanmaya çalıştığı şu günlerde kadınlar, kendilerini yüzyılların her gününden ayrı ayrı var ettiler. Tıpkı söylencedeki, kendi küllerinden kendini yaratan Phonix kuşu gibi! 

  Erkeğini yaratan kadını erkeğinin yaratması ya da kadınını yaratan erkeği kadının yaratması ikilemi içinde ekşi bir elma tadı var damaklarımızda!


* Bu yazı, No Edebiyat Dergisi'nin 2008/ 3. sayısında yayımlanmıştır. 





3 Ekim 2013 Perşembe

KISA FİLM III



Fiber optik ortamın dayanılmaz hafifliğiyle 
Sanal Ortam'da edindiğim
paylaşıma açık 
KISA FİLM'e hoş geldiniz!
 *


ÇOCUĞUN GÖZÜYLE 
TANRI EVİ !
(...)

SÜR(G)ÜN!*



                                                                    Dar ve uzun bir sokaktır sürgünlük…

Düşünüyorum. Öyleyse sürgünüm: Kendimle çatışmaya; kendime yabancılaşmaya!

Gücü elinde bulundurmak pek çoğumuza yeterli gelmiyor günümüzde. Yanı sıra bireyin yüreğini, beynini, ruhunu da ele geçirmek istiyoruz. Bunu da vahşi bir hayvanın avını yemeden önceki duruşuyla betimliyoruz: Pençelerimizi uzatıyor, yalanıyoruz, yalanıyoruz…  

Korkmalı! Karşı olanlar, küçümseyenler, kullananlar... Ne kalabalık, ne kalabalık! Düşünmeye, sorgulamaya uzak duranlar, ezilmeyi, yenilgiyi hemencecik kabullenmeyi ilke edinenler, karşılarında düşünsel plandaki muhalif kimliklerini koruyarak dimdik duranlara: Mızıkçı! diyorlar. Sancılarla doğan her yeni düşünce, alıcısına ulaşamadığı sürece ölüme: Sürgüne gider. Sürgünle eksiliriz, azalırız! Oysa yeni düşünceyi sürgün etmek yerine, eskiyle, bilinenle harmanlayarak farklı bir kapıyı aralayabilir, itelendiğimiz yeni dünyaya yelken açabiliriz. Öte yandan, yalnızlığın iç denizlerindeki kararsızlığımızdan, 
sıkıntılarımızdan, inançsızlıklarımızdan, sevgisizlikten öte kayboluşumuzdan bizi ancak dil, dilimiz kurtaracaktır. Dil, karanlığın derinliklerinde de yaşamını sürdürebilir! Düşüncelerle, imgelerle, sözcüklerle insanı savurabilir… Sisin tüm yoğunluğuyla çöktüğü dar patikalardan geçerek ulaşılan zirvede, ayaklarımızın altına serilen o sonsuz kışkırtıcı güzelliklerin sesidir dil ve elbette ki söyledikleri… Okuma eylemiyle bu söylenenleri dinlemek, bireyi kendisiyle yüzleştirir, tartıştırır. Yaptığımız okumalarda çağın ötesini sorgulamak, günümüze oradan bakmak, öyle yargılamak  ve ötekiyle boğuşmak sonsuzluğunda yol alırız. Dili kurarak, yaşam ve ürettiklerimiz arasındaki etkileşimle, bilinenle, yetinmemeyi öğrenir, bizden sonrakilere de bilinçlenme bağlamında bulduğumuz yeni izleri ulaştırma çabası içine gireriz. Edebi bağlamda dil ve söylediklerini dinleyip okuttuğumuzda: “İnsan” olduğumuzu hatırlar, hatırlatırız… Kendine dayanamayan, kendiyle barışık olamayanlarsa, okuduğunu yazarıyla birlikte buruşturur atar: Sürgün eder! Öteden gelen sesin susturulduğu andır bu ve insanlık tarihi boyunca hep böyle ola gelmiştir. İktidar ve mutlakiyete karşı ses vermiş tüm diller  sürgüne: Uçsuz bucaksız yalnızlığa, sessizlikler içindeki ölüme gönderilmiştir. Sürgünde, geçmişi, geride kalanları yaşamaya dönüş vardır. Günler geleceğe değil, geçmişe, geriye dönüşe akar. Özlemdir sürgün. Çürümedir de: Zamanla çözülme, yozlaşmayla boy veren bir çürüme… Ait olmadığınız göğün altında yabancılaşma, kök saldığınız, dallanıp budaklandığınız topraklardan savrulmadır. Ötekini yaşamak üzere acıya, ıssızlığa yolculuktur. Sürgünün gözleri rüzgârlıdır! Bazen bu rüzgârlar dinmez, bazen de yerini benimseyişe, dingin zamana bırakır. Düşünce ağacından koparılan filizdir; yürüyüşüyse sonbahar yaprağını andırır! Anılarınızı, düşlerinizi, belleğinizi bıraktığınız coğrafyadan silinmedir. Sürgün: kuşkulanılandır! Kimlikte yıkımdır, al aşağı edilendir… Sürgün edilen kadar, kalanı da yakından ilgilendirir sürgünlük, çünkü sürgün: Giden ve kalandır! Her an dönüşe hazırdır. Oysa köküyle birlikte savrulana, gittiği yoldan dönüş şer kılınmıştır. Kalanı da böyle etkiler. Sürgünlük, zamanla yeni zenginlikler getirir de bu önceden sezilmez, bilinmez. Bilinemez! Sürgünün yüzüne, göğünü yurt edindiği yeni coğrafyasının kokusu, rengi, havası, kısaca oradaki doğa siner. O, yeni biridir aslında! Vazgeçilmez olan: İç sürgüne düşmemek, oracıkta kurumamaktır; düşünmekten, düşündüğünü söylemekten, direnmekten, dile gelmekten… Aksi: Ölümdür! Sürgün her an uzaklara bakar, oraları, oralarda alıştığı sesleri, sokakları arar durur… Susturulmuş olanların sesidir o! Sürgünün yanı başı boştur, üstü başı, çevresi ıssızdır. O susmanın ötesinde durur! Bireyin kendine yolculuğudur sürgünlük. Yol aldığı yerler, baktığı, gördüğü her şey yorgundur! Mezarların suskunluğu yeşerir sürgünün yüreciğinde! O, kavuşmanın kıyısında yaralıdır. Şöyle de sorabiliriz: Yüreğimizin, kıpır kıpırlığımızın, coşkumuzun: Yaratıcı coşkumuzun kuş kafesine kapatılması değil midir sürgünlük?! Aynı zamanda göze alışların yurdudur da. Uzak gülüşleri olan sürgün!.. Çatışma, direnme, diretileni kırma iradesiyle çıkılır sürgüne. Sürgünün düşleri sıra dağlar gibidir; günleriyse fotoğraf albümlerinde ağarır. Orası: Yüreği: Kalabalıktır! Onları uzak topraklarda bırakmıştır. Sürgün, sürgüne çıktığı, ardında bıraktığı coğrafyadan pek çok çığlığı beraberinde: Yüreğinde taşır ve yüreğindeki umut inanılmazın kanatlarıyla uçar durur… 

Sürenlerse: Baskıyı, şiddeti, zorbalığı evleri bilmişler, oradan soluk alıp veriyorlar…

SUNU: 
“Son gülüş kimsenin değil!”
diyor, John Ashbery:
“Ama bu evren neyin sundurması?”

ve ekliyor T.S. Eliot:
           “Zaman yıkıcı ise de zaman koruyucudur!”

 

 * Bu yazı, Deliler Teknesi Edebiyat Dergisi'nin 2008 / 7. "SÜRGÜN" dosya konulu sayısında yayımlanmıştır.

2 Ekim 2013 Çarşamba

KISA FİLM II

 
Fiber optik ortamın dayanılmaz hafifliğiyle 
Sanal Ortam'da edindiğim
paylaşıma açık 
KISA FİLM'e hoş geldiniz!
*
MÜZİK HER YERDE!
 
MÜZİK HER YERDE!

ANLAM EKSENİNDE MÜZİK VE EDEBİYAT*


 
  Bilgiyle, bilginin yarattığı ışıkla yol alınan yaşam pratiğinde bencillik, ihtiras, kin gibi duygularımızdan arınmak isteriz. Ruhumuzda yalınlığı arayarak iyi kullanılmış günün her ânıyla adımlar atan bizler, güzeli arıyoruz. Bu arayışta aklımız, yüreğimizin derinliklerinde bulduğumuz gücümüz ve ruhumuzun dengesi olan güzellikler öncümüzdür. Sanat kavramına yakın duruşumuzla, içimizde, ruhumuzun derinliklerinde bir yerlerde gizlenmiş, bulunmak için bekleyen o yaratıcı enerjiyi keşfederiz. Biricikliğe yol gösteren, asırlar boyu güzellikler yaratmaya, güzelliklerden yararlanmaya yönlendiren sanat kavramı, öznenin var oluşundan başlayarak ayrılmaz parçası olmuştur. Yaşam pratiğinde düşünce, ahlak ve sosyal alanlarda ilerlemeye, kendimizi tanımaya, bilgilenmeye, kendimizi olgunlaştırmaya koyulurken karşılaştığımız sanat kavramında “Aklı” buluruz. Sevgili Yazar dostum Haluk Işık’ın dediği ve “İLE Edebiyat Dergisi”nin Ocak-Şubat 2006 tarihli sayısında da yazdığım gibi: Sanatın, özneye bir yandan estetik ve düşünsel boyutlar kazandırdığı, bir yandan da kendiyle yüzleştirerek değişim-dönüşüm için cesaret, güç verdiğini görürüz. Sanat bu işlevini: “Haz” duygu ve beğenilerini geliştirerek, özneyi daha duyarlı, uyumlu kılarak yerine getirir. İşte tam da bu noktada karşımıza “Güzellik” anlayışı çıkar. Haz alma aracı olmasının yanı sıra sanat: Bilgilenme aracıdır da!  Sanat yoluyla soluklandığı dünyayı anlama ve anlamlandırma sürecini yaşayan özne, bu yolda onun bir parçası olur. Elbette ki sanatın her zaman için toplumsal boyutu ve devrimci amacı da vardır. Sanat üreticisi, var olandan duyduğu sürekli kaygı, yetinmeyişliği, farklı olana yelken açışıyla geleceğin habercisi, bugünün yargılayıcısıdır da! Bu eylemleriyle sanat üreticisi geleceğe yönelik istek ve umutları, beklentileri canlandırıp yansıtmayı sanat yoluyla olanaklı kılar. Böylesine bir gücü ve yaratıcılığı sanatın tüm disiplinlerinde buluruz. Sanat üreticisi ve tüketicisine düşen görev: Onu biricik kılmak, ucuzlatmamaktır!

  Takındığı semiyolojik tavırla sembollere bürünen ve yedi sesi üreten; ritim öğesi öznede düzen ve ölçü, ezgi öğesi de dostluk ve birlik duyguları yaratan “Müzik” ve “Müzik-Edebiyat” ilişkilerinin  günümüzde vardığı anlam kaygısına,  bu sanatların derinliklerini de dikkate alarak göz ucuyla yakınlaşmaya çalışacağım. İnsanoğlu iki ayağı üzerine kalktığı, elini kolunu kullanmaya başladığı günden bu yana kültürel etkinliklerde bulunmuş, avına yaklaşırken çıkardığı ses, tarlasını sürerken güç bulma anlamında geliştirdiği ritim duygusu ve sesleri, rüzgârın, denizin, kuş seslerini sesinde yinelemesi, taklit etmesi, ezgilerin doğmasındaki ilk adımlar olmuştu. İlk çalgı insan sesiydi! İnsanın içinde, derinlerinde, bulunduğu ortama uygun yansıttığı, içinde var olan ses! İnsanoğlu sesini kullanabilmeyi, nesneleri birbirine vurup ses yaratabilmeyi, hayvan kemiklerine üfleyip sesini gürleştirmeyi başardığında müzik tarihi de günümüze doğru yola koyuluyordu. Antik çağlarda dans, ses ve çalgılarla her çeşit törenin vazgeçilmez konuğu müzikti. Yaşamın düşündürücü, duygulandırıcı, devamla tüm alanlarında her zaman karşımıza çıkan müzik. MÖ 300-500 lerde müzik, toplumları bütünüyle etkisi altına almış, sevinç ve hüznün ifadesinde önemli yer tutmuştu. Helenistik dönemde müzik, dans, şiir, dinsel törenler iç içe geçmiş bir bütündü. Sonraları insanoğlu o gün içinde bulunduğu ruh haline uygun, doğayı yansıtan, yalnızlığını dile getiren, doğa güçlerine tapınma eyleminde mırıldanan, tepkili anında çığlıklar atan, sevincinde neşeli, zorda  hüzünlü ezgiler yaratmış, içinde bulunduğu kültürel davranışı müzik bağlamında günümüze dek ulaştırmış, geliştirmiştir.

  Müzik sanatında bugün anlam üzerine sürdürülen tartışmalarsa yüzyıl boyunu aşarken sonuca ulaşmaktan çok öteye savrulmuştur. Anlam, dış dünya ya da bireyin derinindeki gerilimler, kırılmalar, hüzün ve sevinç dalgalarının dışa vurumu olarak kendini tanıtsa da asırlar boyu ideolojik ve felsefi düzlemde takındığı tavır nedeniyle onu tanımakta güçlük çekenler bugün hâlâ çoğunluktadır. Karşıt görüşler çerçevesinden baktığımızda müzik: Öznenin davranışları ve duyguları bağlamında etkisini ve doğrudan ifadesini savlarken, diğer görüş çerçevesinde de anlamdan uzağa savrularak bilgi, ifade, bilinç üretmez, sunmaz. Müzik, duyguların harekete geçirilmesiyle hazzın duyusal coşkusu özne tarafından hedonist yaklaşımla tüketilir. Karşımıza birdenbire dikilen yedi sesten başka, majör minör tonlar esasında tizden pese yayılan onca sesin bir araya gelişi, bu seslerin dışa vurumu, yorumlanması, sanat alıcısının akıl koridorlarından süzülmesiyle anlama dönüşmektedir. Aklın yolundan geçerek anlama dönüşen bu sesler, bir dil de eriyerek ruhumuzun derinliklerinde boy verecek hazzı, coşkuyu filizlendirir. Eridiği bu dil, müziğin yenilenmesi, yanı sıra yinelenerek üretimini, paylaşılabilir gerçeğini ortaya koyabilmektedir. Tüketici özne kendisine sunulan seslerle estetik düzeyde iletişim içinde olur. Sesle verilenleri algılama ancak o dil ve tüketici öznenin etkileşimiyle mümkündür. Düşünceyle olan ilintisi nedeniyle duygu, derindeki sessizliği bozma, umutsuzluğa başkaldırı, değişim ve dönüşüm için cesaret kaynağıdır. Bu kaynak aynı zamanda tüm sanat ürünlerinde ve üreticilerinde şeyleşmeye de yol açar. Müzikte de bu şeyleşme dönüşümün ötesinde yer alarak bir biçim değiştirme, başkalaşmadır. Şeyleşmenin öncesinde yer alan düşünce bireyin becerisi aracılığıyla ortaya kalıcı nesneler koyan uğraşıyı tetikler. Bu uğraşının uğrunda ödenmesi gereken bedelse yaşamın kendisidir. Bu diriliş, kaçınılmaz olan ölümle ilintilidir. Müzik ya da farklı sanat ürünleri olsun içeriğinde var olan ve üreticisinin de derinindeki yaratıcı duygunun sınırında yer alan ölüm, öznenin yazgısı olurken, dirilişin, başkalaşımın da ifadesidir.

   Müzik sanatındaki anlam tartışmaları, derininde müzik-edebiyat birlikteliği sorununa da el atar. Formalist tutum: Müziğin anlam ve dışa vurum tavrını reddederek müziğin bir dil olmadığını savlar. Hele ki gerçek bir dil olan edebiyatla bir araya gelemeyeceğini, birleşerek yenilikler yaratabileceklerini kesinlikle düşünmez. Bu düşüncenin reddedildiği karşıt görüşteyse müzikteki anlamlandırma ve dışa vurum edebiyat dilinin birlikteliğiyle semantik bir güce dönüşecektir. Müzik-edebiyat birlikteliğinden ortaya çıkan güçse bir dildir. Bu birliktelik, geride kalan satırlar arasında ifade bulduğu gibi: Aşılan yüz yıllar boyunca batı uygarlığı içerisinde yakın ilişki içinde süregelmiştir. Müzik ve edebiyat, ilişkilerinde tüketicisini aynı noktada buluştururken aynı zamanda farlı yollara da savurarak gerilim yaratabilirler. Yazarın, müzik adamının dili gerilim yaşar! Kullandıkları malzemeler ses ve söz, diğer sanatlara karşın en az maddeci tavrı takınırlar. Takınılan bu tavır nedeniyle müzik ve edebiyatta şeyleşme diğer sanat dallarına oranla daha az ifade bulmaktadır. Müzik ve edebiyatta boy veren olağan üstü bir yetenek, deneyim, bilgi birikimi doruğa ulaşmadan kabul edilebilir bir yetkinliğe ulaşabilse de resim, mimari ya da heykeltıraşlıkta hal böyle değildir. Göz ucuyla baktığımız zaman: İnsanın kendisi bağlamında kabul gören ve dil işçiliğiyle ürün veren edebiyat sanatı kendisini esinleyen düşüncenin yakınında yer alır. Üretilende kalıcılık üretilenin yoğunluğuyla ilgilidir. Bu yoğunlaşma gündelik dilin oluşturduğu yoğunlaşmanın sınırında taşıdığı şiirselliktedir. Yazar, okurun belleğine işçiliğini mutlak kendi üstlendiği söz yapısının yanı sıra ritim öğesiyle ulaşır. Yazarın kalıcılığıysa insana olan yakınlığıyla ilintilidir. Bu ilintiden hareketle müzik-edebiyat ilişkisinde yazar ve onu okuyanların belleğine sunulan ürünün kendisi, istenileni, olması gerekeni sunarken, ölümsüzlük sınırını da zorlar. Bireyin yaşamı boyunca tekrarladığı düşünme eylemi boyunca bu tekrarlarda eyleminin anlamı sorgulanırken yaşamın kendisi de sorgulanmaktadır. Müzik, edebiyat ya da diğer sanat dallarında olsun sanat üreticisi ürettiğinin: Bireyin duyularının algılayacağı nitelikte olmasına, uyarıcı, doyum verici, akıl için besleyici,  biçimlendirici ve yüceltici anlamlar katmasına yol açmalı ve yukarıdaki satırlarda yer aldığı gibi düşünme eyleminin yanı sıra yaşamın anlamı konusunun da sorgulanmasına imkân kılmalıdır. Asırlar boyu ve günümüzde tüm sanat ürünlerinin sorgulamaya, aklın koridorlarını aşındırmaya, anlama yönelik bu tavrı iktidar çevrelerince her dönemde, toplumlar için tehdit oluşturduğu yönünde dillendirilmiştir. Bu anlayışın acımasız sonucu olarak antik çağdan bu yana sanat üreticisi toplum dışına savrulmuş, itilip kakılmıştır. Ne de olsa bir sanat yapıtı, bireydeki tüm dengeleri tehlike sınırına taşıyacak fırtına sonucu filizlenir.

* Bu yazı, Deliler Teknesi Edebiyat Dergisi'nin 2007/5. sayısında yayımlanmıştır.