İzmir Devlet Senfoni Orkestrası Viyolonsel Sanatçısı olan Cem’in, Susmanın Ötesi adlı Haiku tadındaki dosyası 2003 Arkadaş Z. Özger Şiir Yarışması’nda finale kalarak “Anılmaya Değer Dosya” olarak kitaplaştı. Sina Akyol ve Coşkun Yerli ile "İnsan Halleri"ni dert edinen ve kısa şiirlerden örülü RENGA şiir zincirinde yer alan Hakan Cem’in ikinci şiir dosyası Öpücük Damlası (2007) ile bir anlatı dosyası olan Çınarın Gururu Gölgesidir (2013) Yitik Ülke Yayınları’nca kitaplaştırılmıştır. 2014 yılında yayımlanan Ölüler İçin Kılavuz adlı şiir kitabıyla 2014 S. Arısoy Şiir Ödülü'nü aldı.


Yapı Kredi Yayınları'nca yayımlanan: “Tanzimat'tan Bugüne Edebiyatçılar” ansiklopedisinde de yer alan Cem’in yazı ve şiirleri bugüne kadar: Kitap-lık, Yasakmeyve, Özgür Edebiyat, E, Akatalpa, Son Kişot, Pitoresk, Şiiri Özlüyorum, Kurşun Kalem, Deliler Teknesi, No Edebiyat, Akköy Edebiyat gibi edebiyat dergileri ile Haydar Ergülen yönetimindeki Artful Living sanal edebiyat portalında da yayımlanmış, yayımlanmaktadır. Bazı Şiirleri Fransızca'ya çevrildi.








Translate

25 Eylül 2013 Çarşamba

Coşkun Yerli'ye Mektup 2

COŞKUN YERLİ’YE MEKTUPLAR II*



                                                                   dedim de memeden ayrılan çocuğun çığlığı gibi kaldım...
(Başucumda HP Pavillon dizüstüm)


Sevgili Coşkun ağabey,                                                                                     
Nisan/2008/İzmir

 Bulunduğun yerde ışıklar içinde olduğunu biliyoruz, biliyorum! Seni andıkça gözlerim kamaşıyor… Bizi sorarsan, apar topar gidişinin ardındaki harfleri yaşıyoruz. Rengamızın, şiirlerin, öykülerin, dahası romanların, çevirilerin ve haikuların harfleri! Kaleminin sıcaklığı dağılmasın diyedir bıraktığın yerde seni okuyoruz. Özlüyoruz!

(Kemoterapi)
             
(…)

Ben iyiyim. Gerçekten ama.

Martın ikinci haftasında 3üncü kemoterapimi alacağım. 4üncü kemoterapi Nisanda verilecek, inşallah sonuncusu olacak. İlaçlar üç gün üst üste veriliyor ve dördüncü gün immünglobulin (bağışıklık hücreleri takviyesi) alıyorum. İlk ikisinde hastaneye yattım, üçüncü ve dördüncünün ayaktan poliklinikte verileceğini umut ediyorum. Öyle olunca ilacı hastanede veriyorlar, sonra eve gidip istirahat ediyorum. Tedavi iyi seyrediyor, hatta biraz fazla kırım/kıyım olmuş ki, kemik iliği küsmüş, kan ve lenf üretmeye savsaklamış. Onun da ilacı var efe'm: Neprojen. Bu ilaç da kemik iliğini tahrik ederek çalışmasını sağlıyor. (Birileri dayak mı yiyor nedir, her enjeksiyonda kemikler sızım sızım sızlıyor.) Konsantre"m mi kayboldu nedir! Doktor ilaçların etkisi diyor; başkaları bu ilaçları aldı mı yataktan çıkamıyormuşmuş. "He-Man" miyim neyim? İşin doğrusu, kemoterapide şiir yok. Ama şiirde de kemoterapi yok. (Bu lafı "Şiirde para yok, ama parada da şiir yok," sözünden türetmiş bulunuyorum.)

Yukarıda bana yazdığın bu satırları anımsadın mı? Her kemoterapi sonunda yorgun düşerdin de bunu tuhaf bir sevinçle anlatırdın. Yan etkilerini. Tatil yerinden dönmüşsün de… Dilindeki heyecan, gitmeni hiç istemediğimiz o tatil yerinde mutlaka görülmesi gerekenlerin coşkusunu anlatır gibiydi. Öylesine bir heyecandı! Hayır işin ilginç yanı bu kemoterapinin, basit bir soğuk algınlığına iyi gelen tedavi yöntemlerinden biri gibi bir şey olduğuna inandırmıştın Sina ağabeyle beni! Sonra sonra kendini toparlar da şu 4/5.sine geldiğimizde ışıklar içinde gittiğin rengamıza devam ederdik. Nerede kalmıştık?! Sen, ben, Sina ağabey! Rengamızda insanın hallerini dert edinmiştik… (Ah bir bilsen, bugün hâlâ insanımız kendi halini dert edinmemekte direniyor!) Sahi nerede kalmıştık? Olgunluğun demindeki anımsayışlardı… Aynanın önünde kalan o kadın ki kendini tüketmişti bir ömür: Masumiyeti, gençliği, aşkları… Öylece kaldı aynanın önünde; elinde makyaj kalemi!

Gittiğin o gün birdenbire çalan Sony Ericsson Z 650 : Sina Akyol arıyor, yazmıştı da telefona cevap verdiğimde ses: “Coşkun gitti!” demişti, yan anlamlar üreterek! Işıklar içinde gitti(n)! Sonra Sina ağabey, Yasakmeyve’de, kendi deyişiyle adam olanlara, seni soranlara, pafta pafta adresini yazmıştı; ben de No Edebiyat’ta “Sıra sende” demiştim, bilmem sana duyuran eden oldu mu? Rengamızın 4.5 şiirine gelmiştik ve sen başlayacaktın, yani sıra sendeydi! Sen başlayacak ben devam edecek Sina ağabey tamamlayacaktı. Öksüz kaldık!  

  Anımsıyorum! Çalıştığım ya da bittiğini düşündüğüm şiirleri seninle paylaşabilmek ne ayrıcalıktı benim için. Senin deyişinle demini bekler, sindire sindire okur, sonra da: “Kuş dili şairim benim” derdin! “Dingin, bir yandan da tatlı bir ‘hinlik’, ne bileyim çok hoş bir dil bu.” derdin de bana yollar açardın şiir dağında… O günlerde - gidişinle bir neredeyse - yayımlanan Öpücük Damlası adlı kitabımda da senin için bir hinlik yapmış: “Coşkun Yerli’ye selam” diyerek:  “ On yedi hece/hayku olur mu dersin/haydi say şimdi ” 5-7-5 heceleriyle bu haykumsuyu yazmıştım ama sana okutamadım, hinliğimi yapamadım… Haykular yetim kaldı(k)! Ustalar uzak durmasın genç şairlerden. Bu arada aklıma gelmişken, üzerimde kalmasın. Hani öyle derler ya! Geçenlerde, başlı başına bir dünya olan ve orada bulunmaktan büyük keyif aldığım bir kitapevinde, kitaplar arasında bir yolculuğa çıkmıştım ki “ Çavdar Tarlasında Çocuklar” ve Salinger’le karşılaştım. Çocuklar ellerinden öper. Haberleri yok! Bıraktığın gibiler… Sallinger’se: “ Özlüyorum” dedi, “Birlikte güzel günler geçirdik” dedi, seni, Türkçe’ye, senin de yakından bildiğin ve hâlâ varlığı zorlanan, çürütülmeye çalışılan ana dilimize kazandırdığın onca eseri anlattı. Işıklar içinde kalmanı diledi. Bir başka kitapevinde de çocukların -Sina ağabeyin söyleyişiyle- şırıl şenlik sesleri arasında sesini duyar gibi oldum! Doğruymuş! Bulundukları raftan ölümsüzlüğünü de selamlayarak “Yokluk” ve “Yağmurun Direnişiyle”  göz göze geldik. İlk kez okuyormuş gibi yeniden yeniden… Oradaydın işte! Hemen yanı başında Sina Akyol, Avluda, Coşkun Yerli’ye diyerek: “Dostum seninle/buluşmalıyız acil/Afyon Garı’nda” diyordu… Sen de yağmurun direndiği bir vakitte: “Soğuk sarıyor/bahçeleri iyice/eve dönmeli” diyivermişsin Akyol’a. Bu siyah-beyaz sessizlikten bir ebruli curcuna çıkarmak! Ah Coşkun Ağabey! Kitaplar…

  Wittgenstein’ın: “Kitap yaşamla doludur. Bir insan gibi değil, bir karınca yuvası gibi” deyişini anımsadım birden. Sahi, bir süre manastırda bahçıvan olarak çalışmış ve manastıra kapanmayı ciddi ciddi düşünmüştü Wittgenstein, değil mi? Temel düşüncelerinden biri de çağdaş Batı uygarlığının bir kültür oluşturmadığıydı. Hatta yaşadığı çağı da “Karanlık çağ” olarak görecektir!? (Peki biz de bugün, temmuz adlı bir meclis vekille, ülkemiz insanını hangi aydınlığa götürüyoruz?!)

  Sahi aklıma ne geldi?! Bana hep söz eder dururdun, bilgisayarında onca mp 3 ya da ne demeli? Sıkıştırılmış müzik! Yahu ağabey, sen ne güzel bir insandın: Aydınlık bakışların, yollar açan fikirlerin, cesaret veren dostluğun… Birlikte pek bir dostluk etmiştik şiirin yanı sıra müzik üzerine de… Bach’ın Viyolonsel Suitleri, Kızıl Papaz lâkaplı Vivaldi’nin Mevsimler’i, daha neler neler… Romen deneme yazarı ve ahlakçısı E.M.Cioran: “ Eğer her şeyini Bach’a borçlu olan biri varsa o da Tanrı’dır” dememiş miydi? Ona göre: Bizi zamana dokundurtmayan hiçbir sahici müzik yokmuş! Adamın: “Sıradan bir ruhla doğmuştum; müzikten bir başka ruh istedim: Umulmadık mutsuzlukların başlangıcı oldu bu…” deyişine ne buyurulur? Sen ne diyorsun, olası mı bu?

(…)

  Coşkun ağabey, daha söylenecek, yazılacak o kadar çok şey var ki!  İlk mektuba sığmaz.  İyilik haberlerini, düşlerini bekliyoru(m)z. Bilirsin buralarda ânı ten yaşar!

  Ayrılık zıpkın yarası; söylemeye dilim varmıyor ya! Hani: “Yazgımız belli, sonumuz tenimize şifreli/ama yalnız sen al canımızı günü gelince/Tanrım, lütfen güzel ölümler bağışla bize” demiştin ya! Uyur uyumaz şiir olup gittin. Işıklara karıştığın yolculuğunun iyi geçtiğini umuyorum! Avlunun beklediği yalnızlıktır! Avluda buluşalım. Selamlar.


(Kemoterapi)

(…)



* Bu yazı, DÖNENCE ŞİİR YAYINLARI'nın ŞAİRİNE MEKTUPLAR KİTABINDA YER ALMIŞ;  KİTAP-LIK EDEBİYAT DERGİSİ'nin 2007 YAZ saysında da yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder