Ana dilim şiirdir! Dualarımın, düşlerim ruhum
ve vicdanımın dili. Kendimi arayışım, kekeleyişim bu yüzden; şiirle kutlarım
onu! ‘Dört Rüzgâr Çarptım Yüzüme Uyandım’ başlıklı düzyazı
şiirimin ilk rüzgârında böyle mırıldanmışım. İnsanlık, şiirin elinden tutuşunu,
geleceğe taşıyışını, yüreklendirişini yaşadı. Yaşayacak. Rönesans şaire, o
haberciye: Alter deus (öteki tanrı) gözüyle de bakmıştır. Temellendirme
bağlamında şiir sanatını, inşa etmek aracılığıyla yaratma olarak görmektedir. Poesi/Poetry
sözcüklerinin, şiirsel yaratma anlamında geç Rönesans’ta kullanıldığını da
görürüz. (…) Haylaz bir çocuktur şiir!
Şiir! Çelişkiler atlasım… Yakılmış
köprülerin külleriyle yazılmış şiir! Çocukluktan el alan akıl dışı görme
biçimi… Ele geçirilemeyendir o! Düşüncelerden ürken, suskun olandır. Anlamı
sezdirir; okuruna yalnız olmadığını duyurur da bir avuç sözcükle yapar tüm
bunları. Beklenmeyendir aynı zamanda, şaşırtıcıdır, bir bakıma yolculuktur da;
yeryüzü güncesi, demir alır uzak denizlere! Neye mi yarar? Yaratıcısını bilici
kılar, onu kutsar. İçsel çağrısıyla, ışığıyla yeni olanın peşine düşürür.
Sevmektir, arınmanın derin huzurudur ve elbette çıkış yoludur… Yaşam, anlam
katmanlarında genişlerken derinlerimizi kazıp duran, utançlarımızı,
yakınmalarımızı, gözyaşlarımızı ele geçiren, şairine bile ters düşebilen; işte,
böylesine haylaz bir çocuktur şiir…
Şair, uçurum kenarlarında yarattığı, yaşanır
kıldığı imgelerle, sözcüklerle, o sözcüklerin ritimleriyle sürdürür şiir
ülkesinin inşasını. Şüpheyle, karanlık, yabancı ve uzak bir sabırla dilin reddine
çalışır… O ülke ki sürgüne gittiği geleceğin şimdisidir! Şair, inşasını sürdürdüğü
şiir ülkesinde yalnızdır, tuhaftır, farklı algılara sahiptir. Hayalci, yanı
başındakilerden kopuk, çok uzakta, anlamsıza yanaşarak, sessizliğin
sarmaşığındaki dünya görüşüyle anlam ses ilişkileri kurar; düşünceler, çatışmalar,
izler, beklentiler… Ah bir göz göze gelse ya kendiyle! Kimi zaman sözcükler
sınırının ötesindedir ifade edilemeyenler; oradan bakmak, orayı dinlemek! Yalnız
şair mi? Şiirle yüzleşerek verilir düzyazının da savaşı. Yaratı sürecinde
sancılanan her özne, kendi derinine böyle yanaşır; dilin çilesini çekmeye,
acısıyla yanmaya hazırlanır… Arınmak için doğanın çağrısıdır bu! Ateşi tuttum/kendimi yargıladım/bana kül
oldum/yokluğumdaki demde/azaldıkça çoğaldım.
Eluard’ın: “…şair, ilham alandan çok ilham
verendir.” söyleyişini düşünüyorum.
Yoksa şiir yok da kalıcı olanların kurucuları şairler mi var? Alter deus! Öyle ya
ilk dizeyi Tanrı lütfedermiş; sonrası! (…) Sonrası, şaşkınlık denen o
olağanüstülükle, ruhun taşkınlığındaki öznenin düşe kalka okuduğu; nasılıyla,
gizemiyle, biçimiyle kendini büyüttüğü şiir şiiri doğururmuş. Dilin en seçkin
bu biçimi, yaşamın önünü açarken oluşma, yıkma, yeniden inşa etme süreci de
başlarmış. Böylelikle bitmeyen ve tükenmeyen sorularıyla kendinde, çevresinde
olup biteni anlamaya, anlamlandırmaya, duyurmaya çalışırmış alter deus.
Öte yandan okur, duyduklarına yeni anlamlar
yükleyip, başkalaşıp, o kutsal biliciyle arasında köprüler kursa da güzellik
algımız bugünlerde, iletişim ağlarının tanrılaştığı yoksullukta çöken bir sisle,
bireylerarası iletişimin yitirildiği, konfetileştiği patikalardan geçiyor… Bir
avuç gökyüzü, bir tutam çim kokusuyla konuşuyor ve hiçbir şey söyleyemiyoruz;
birbirimizi anlayamıyoruz; yazık! Doğadan kopuk bir kent yaşamının yapaylığında
zamanı eritiyoruz. Kim bilir belki de besleniyoruz!
Bir derinleşme uğraşısı olan şiir, coğrafyamızda,
öncesiyle sonrasıyla dinlemelere, okumalara çağırır bizi. Haşim, Yahya Kemal,
Necip Fazıl, Nazım, Toplumcu Şiir, Garipçiler, İkinci Yeni ve günümüze uzanan
delta… Söyledikleri toprağa serpilen tohum kadar bereketli. İzin vermeli:
Yüreğimizde köklenmesine, serpilip umursamazlığı aşmasına, başkalaşmasına izin
vermeli. Böyle beslenmeli şiir şairden, şair şiirden… Okumak! Ve okumak! (…) Okumak!
Şiirin şairi, şairin şiiri beslediği tüm deltalarda iz sürmek… Söz gelimi şiirimizin
Divan’ına uğramak, o muhteşem ritme! Oradan Necatigil’in “Divançe”sinin, Turgut
Uyar’ın “Divan” nın, aynı sularda Attila İlhan, Hilmi Yavuz’un izlerini sürmek;
halk şiirinde yol almak, Oktay Rifat, Cemal Süreya rüzgârlarıyla… Garip’lerin
arasında soluklanmak; Asaf Halet Çelebi’nin “Om Mani Padme Hum”unda kaybolmak;
Ece Ayhan çıkmazında öylece kalakalmak! Edip Cansever’in Umutsuzlar Parkı’yla
“Gelenek”in izlerini bulmak… Ya Nazım’ın gür sesi! Ve günümüze uzanan nicesi… Hele
bir de şairin dilinde, başka başka ülkelerin dillerine yelken açmak varsa! O
şiir koylarını kendi öz dilinde keşfetmekle de çoğalacaktır şair. Ne ki şair
şiirle de kalmamalı! Eskisiyle yenisiyle öykü, roman koylarına da sıkça
uğramalı… Hemen akla geliveren: Poe, Sartre, Kafka, Joyce, Proust, Karasu,
Uyar, Pamuk ve günümüzde daha pek çoğu… Dahası, sanatın tüm disiplinleri, yaratıcı
özneyi ilgilendirmeli! Sinema, müzik, resim, heykel, plastik sanatlar…
Sanatın tüm disiplinleri, zengin
kaynaklarıyla şairi ilgilendirmeli! Değişim, dönüşüm, insan ilişkileri, toplum
değerleri, doğa ilişkileri… Bunları okuduğumuzda evet, sanatın tüm disiplinleri
yaratıcı özneyi ilgilendirmeli! Müzikle anımsayalım! Rus beşlerinden
Mussorgsky, yakın arkadaşının daveti üzerine gittiği resim sergisinden on
tabloyu kucaklayan ezgilerle beslenmiş: “Bir Sergiden Tablolar” başlıklı
yaratısını ölümsüzlüğe uğurlamıştır. İspanyol yazar Cervantes, geç romantik
Alman besteci Richard Strauss’un müziğinde izler bırakarak onun: “Don Kişot”
senfonik şiirinin doğumuna kaynak olmuştur. Yine Nietzche’nin “Böyle Buyurdu
Zerdüşt” adlı eseri Strauss’u derinden etkileyecek ve besteci aynı adla: “Böyle
Buyurdu Zerdüşt” başlıklı senfonik şiirini yaratacaktır. Bunları çoğaltmak
mümkün! Çaykovski’nin: Şekspir’den “Romeo Juliet” Dante’den “Francesca da
Rimini”; anonim edebiyat üzerinden Korsakov’un “Binbir Gece Masalları” Puşkin’den
“Altın Horoz” başlıklı senfonik şiirler…
(…) Bir başka beslenme kaynağı “Tekrara düşmeme” ilkesi, yaratının önemli yapı
taşlarından biriyken, Fransız besteci Ravel, dünyadaki tüm konser salonlarını
taçlandıran Bolero’sunu, doğrudan “Tekrar”ın kendisinden beslenerek yaratmamış
mıdır? İşte, sanat, edebiyat bizi böylesine ilgilendirmeli; böyle beslenmeli! Okuruna
ulaşan “Ge(n)ç Yaratı” başlıklı yazımda: ‘Dünya
yolculuğunun sonu sayılan ölümün, insan üzerine düşürdüğü koyu gölgenin yok
edilmesidir yaratı!’ şeklinde sıralanmıştı harfler.
Şiirimizin (Modern) Fransız şiiriyle
beslendiğini söyleyebiliriz. “Ben bir başkasıdır!” diyerek şiir ülkesine yelken
açmış Rimbaud, peşi sıra pek çok şiir teknesinin yelkenlerini de kendi iç
rüzgârlarıyla beslemez mi? Yalnız biz mi? Uzak denizler atlasında Amerikalı
şairlerden tutun da İsveç, İtalyan, Şili, Meksika, Lübnan, Mısır, Japonya ve
daha nicesi… Şairler, Fransız şiirinden beslene gelmiş. Elbette salt Fransız
şiirinden söz edemeyiz; sivrilen kalemin ucuyla yazılan tüm kültürlerdeki
şiirler, şiirleri(mizi de) beslemiş. Neruda, Mayakovski, Lorca, Brecht,
Seferis, Ritsos, Nazım, Aragon ve dahası… Lakin hepsi de kendi seslerinden
örülü, yaşadıkları coğrafyaların özelliklerinden yeniden inşa edilmiş kendi
şiir koylarını, ülkelerini kurmuşlar.
Şiir ülkesinin farklı koylarına demir atmış
o kutsal bilicilerin şiirlerine yanaşmakla yol alırız. Anday, Cansever
yelkenlerinin bir zamanlar Eliot; Oktay Rifat’ın Valery, Mallerme; Cemal
Süreyya’nın da Max Jacob, Prevert, Apollinaire rüzgârlarıyla beslendikleri,
dümen sularının uzaklardaki izlerinden görülmektedir. Bir tek onlar mı? Hayır!
Hayır! Haşim’den Yahya Kemal’e, Orhan Veli’den Kısakürek’e, Dıranas yelkenlerine…
Baudelaire, Supervielle, Char, Prevert rüzgârları…
Nazım’ın Rus, Necatigil’in Alman, Ülkü Tamer’inse Anglo-Sakson dil
rüzgârlarıyla yelkenlerini açtıklarını, iz bıraktıklarını da unutmamalıyız! Anadolu
soluğundan, sokaklarından ürünlerini toplayan Dağlarca’yı, pastoral şiiriyle
Külebi’yi, bir başka Anadolu şairi Gülten Akın’ı da! Köy yaşamı, kır yaşamı,
kent yaşamı… Joyce’un Dublin’i, Berk’in
İstanbul’u, Latife Tekin’de kentin varoş yaşamları, Pamuk’un Teşvikiyesi
yazara, şaire çok şey söyler okuruna aktarması için…
Ya da İssa’nın Kaşivabara’sı!
Şiirin gelgitleri yatağını değiştirdikçe şairi
de çoğalacak zenginleşecektir. Şair, yazar, yaşamın içinden, tam da derininden
beslenir! Bu her yerdir, her şeydir. Günümüzde şiirlerini okuduğumuz, yine bir
uzak denizler ülkesi olan 18 yy. Japonya’sında, yaşamın, çocuksu coşkunun,
doğada olağanüstü hayretle uyanışın şairi Kobayashi İssa’nın şiirinin, dünyanın
kesintisiz sabahını kutladığı ve insan yüreğindeki güzelliklerin her gün
yinelenmesi umudunu çocuksu bir güvenle duyurduğu söylenir. Yaşamın sonsuz kırılganlığının
bilinci de şairin /yazarın beslenme alanıdır: bir gün ölmeye hazır ol / evet hazır ol- / çiçekler bunu söyler! Böyle
diyor İssa! Uzun seyahatlerinden sonra doğduğu kasabaya yüzlerce şiirle dönen
İssa’yı Kaşivabara’da başka acılar bekleyecektir. Peş peşe üç çocuğunun ölümü…
Zamanın kesintisiz yıkımını yaşayan şair bize, doğan her şeyin öldüğünü ve
dünyadaki her kavuşmanın aynı zamanda bir ayrılık olduğunu söylerken bir yandan
kızlarının cansız bedenine sarılmış ağlayan annenin gözyaşlarının faydasızlığını,
solan çiçeğinin çürümesini izler, bir yandan da belleğimizde yer eden şiirini fısıldar:
çiyden dünya / çiyden bir dünya / ama
yine de yine de!
Ey okur! Ey yazar! Ey şair! Harflerin el ele
vermesiyle gelişip büyüyen, yazarından koparak sana ulaşan her yapıt canlıdır,
edebi değeri ölçüsünde ölümsüzdür de. Bu ölümsüzlüğüyle, okurunun beslenmesine
de aracılık eder…
Okumak; açık denizlerin kıyısına varmak!
Ah
okumak…
*Bu yazı Papirüs Edebiyat Dergisi'nin 2011/7 sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder