COŞKUN YERLİ’YE MEKTUPLAR II*
dedim de memeden ayrılan
çocuğun çığlığı gibi kaldım...
(Başucumda HP Pavillon
dizüstüm)
Sevgili
Coşkun ağabey,
Nisan/2008/İzmir
Bulunduğun yerde ışıklar içinde olduğunu
biliyoruz, biliyorum! Seni andıkça gözlerim kamaşıyor… Bizi sorarsan, apar
topar gidişinin ardındaki harfleri yaşıyoruz. Rengamızın, şiirlerin, öykülerin,
dahası romanların, çevirilerin ve haikuların harfleri! Kaleminin sıcaklığı
dağılmasın diyedir bıraktığın yerde seni okuyoruz. Özlüyoruz!
(Kemoterapi)
(…)
Ben iyiyim. Gerçekten ama.
Martın ikinci
haftasında 3üncü kemoterapimi alacağım. 4üncü kemoterapi Nisanda
verilecek, inşallah sonuncusu olacak. İlaçlar üç gün üst üste veriliyor ve
dördüncü gün immünglobulin (bağışıklık hücreleri takviyesi) alıyorum. İlk
ikisinde hastaneye yattım, üçüncü ve dördüncünün ayaktan poliklinikte verileceğini
umut ediyorum. Öyle olunca ilacı hastanede veriyorlar, sonra eve gidip
istirahat ediyorum. Tedavi iyi seyrediyor, hatta biraz fazla kırım/kıyım olmuş
ki, kemik iliği küsmüş, kan ve lenf üretmeye savsaklamış. Onun da ilacı var
efe'm: Neprojen. Bu ilaç da kemik iliğini tahrik ederek çalışmasını sağlıyor.
(Birileri dayak mı yiyor nedir, her enjeksiyonda kemikler sızım sızım
sızlıyor.) Konsantre"m mi kayboldu nedir! Doktor ilaçların etkisi diyor;
başkaları bu ilaçları aldı mı yataktan çıkamıyormuşmuş. "He-Man"
miyim neyim? İşin doğrusu, kemoterapide şiir yok. Ama şiirde de kemoterapi yok.
(Bu lafı "Şiirde para yok, ama parada da şiir yok," sözünden türetmiş
bulunuyorum.)
Yukarıda bana yazdığın bu satırları anımsadın mı? Her
kemoterapi sonunda yorgun düşerdin de bunu tuhaf bir sevinçle anlatırdın. Yan
etkilerini. Tatil yerinden dönmüşsün de… Dilindeki heyecan, gitmeni hiç
istemediğimiz o tatil yerinde mutlaka görülmesi gerekenlerin coşkusunu anlatır
gibiydi. Öylesine bir heyecandı! Hayır işin ilginç yanı bu kemoterapinin, basit
bir soğuk algınlığına iyi gelen tedavi yöntemlerinden biri gibi bir şey
olduğuna inandırmıştın Sina ağabeyle beni! Sonra sonra kendini toparlar da şu
4/5.sine geldiğimizde ışıklar içinde gittiğin rengamıza devam ederdik. Nerede
kalmıştık?! Sen, ben, Sina ağabey! Rengamızda insanın hallerini dert
edinmiştik… (Ah bir bilsen, bugün hâlâ insanımız kendi halini dert edinmemekte
direniyor!) Sahi nerede kalmıştık? Olgunluğun demindeki anımsayışlardı… Aynanın
önünde kalan o kadın ki kendini tüketmişti bir ömür: Masumiyeti, gençliği,
aşkları… Öylece kaldı aynanın önünde; elinde makyaj kalemi!
Gittiğin o gün birdenbire çalan Sony Ericsson Z 650 : Sina Akyol arıyor, yazmıştı da telefona cevap
verdiğimde ses: “Coşkun gitti!” demişti, yan anlamlar üreterek! Işıklar içinde
gitti(n)! Sonra Sina ağabey, Yasakmeyve’de, kendi deyişiyle adam olanlara, seni
soranlara, pafta pafta adresini yazmıştı; ben de No Edebiyat’ta
“Sıra sende” demiştim, bilmem sana duyuran eden oldu mu? Rengamızın 4.5 şiirine
gelmiştik ve sen başlayacaktın, yani sıra sendeydi! Sen başlayacak ben devam edecek Sina ağabey tamamlayacaktı. Öksüz
kaldık!
Anımsıyorum!
Çalıştığım ya da bittiğini düşündüğüm şiirleri seninle paylaşabilmek ne
ayrıcalıktı benim için. Senin deyişinle demini bekler, sindire sindire okur,
sonra da: “Kuş dili şairim benim” derdin!
“Dingin, bir yandan da tatlı bir ‘hinlik’, ne bileyim çok hoş bir dil bu.”
derdin de bana yollar açardın şiir dağında… O günlerde - gidişinle bir
neredeyse - yayımlanan Öpücük Damlası adlı kitabımda da senin için bir hinlik
yapmış: “Coşkun Yerli’ye selam”
diyerek: “ On yedi hece/hayku olur mu dersin/haydi say şimdi ” 5-7-5
heceleriyle bu haykumsuyu yazmıştım ama sana okutamadım, hinliğimi yapamadım… Haykular
yetim kaldı(k)! Ustalar uzak durmasın genç şairlerden. Bu arada aklıma
gelmişken, üzerimde kalmasın. Hani öyle derler ya! Geçenlerde, başlı başına bir
dünya olan ve orada bulunmaktan büyük keyif aldığım bir kitapevinde, kitaplar
arasında bir yolculuğa çıkmıştım ki “ Çavdar Tarlasında Çocuklar” ve
Salinger’le karşılaştım. Çocuklar ellerinden öper. Haberleri yok! Bıraktığın
gibiler… Sallinger’se: “ Özlüyorum” dedi, “Birlikte güzel günler geçirdik” dedi,
seni, Türkçe’ye, senin de yakından bildiğin ve hâlâ varlığı zorlanan,
çürütülmeye çalışılan ana dilimize kazandırdığın onca eseri anlattı. Işıklar
içinde kalmanı diledi. Bir başka kitapevinde de çocukların -Sina ağabeyin
söyleyişiyle- şırıl şenlik sesleri arasında sesini duyar gibi oldum! Doğruymuş!
Bulundukları raftan ölümsüzlüğünü de selamlayarak “Yokluk” ve “Yağmurun
Direnişiyle” göz göze geldik. İlk kez okuyormuş
gibi yeniden yeniden… Oradaydın işte! Hemen yanı başında Sina
Akyol, Avluda, Coşkun Yerli’ye
diyerek: “Dostum seninle/buluşmalıyız
acil/Afyon Garı’nda” diyordu… Sen de yağmurun direndiği bir vakitte: “Soğuk sarıyor/bahçeleri iyice/eve dönmeli”
diyivermişsin Akyol’a. Bu siyah-beyaz
sessizlikten bir ebruli curcuna çıkarmak! Ah Coşkun Ağabey! Kitaplar…
Wittgenstein’ın:
“Kitap yaşamla doludur. Bir insan gibi değil, bir karınca yuvası gibi” deyişini
anımsadım birden. Sahi, bir süre manastırda bahçıvan olarak çalışmış ve
manastıra kapanmayı ciddi ciddi düşünmüştü Wittgenstein, değil mi? Temel
düşüncelerinden biri de çağdaş Batı uygarlığının bir kültür oluşturmadığıydı.
Hatta yaşadığı çağı da “Karanlık çağ” olarak görecektir!? (Peki biz de bugün,
temmuz adlı bir meclis vekille, ülkemiz insanını hangi aydınlığa götürüyoruz?!)
Sahi aklıma ne geldi?! Bana hep söz eder
dururdun, bilgisayarında onca mp 3 ya da ne demeli? Sıkıştırılmış müzik! Yahu
ağabey, sen ne güzel bir insandın: Aydınlık bakışların, yollar açan fikirlerin,
cesaret veren dostluğun… Birlikte pek bir dostluk etmiştik şiirin yanı sıra
müzik üzerine de… Bach’ın Viyolonsel Suitleri, Kızıl Papaz lâkaplı Vivaldi’nin
Mevsimler’i, daha neler neler… Romen deneme yazarı ve ahlakçısı E.M.Cioran: “ Eğer her şeyini Bach’a borçlu olan biri varsa
o da Tanrı’dır” dememiş miydi? Ona göre: Bizi zamana dokundurtmayan hiçbir
sahici müzik yokmuş! Adamın: “Sıradan bir
ruhla doğmuştum; müzikten bir başka ruh istedim: Umulmadık mutsuzlukların
başlangıcı oldu bu…” deyişine ne buyurulur? Sen ne diyorsun, olası mı bu?
(…)
Coşkun ağabey, daha söylenecek, yazılacak o
kadar çok şey var ki! İlk mektuba
sığmaz. İyilik haberlerini, düşlerini
bekliyoru(m)z. Bilirsin buralarda ânı ten yaşar!
Ayrılık zıpkın yarası; söylemeye dilim
varmıyor ya! Hani: “Yazgımız belli,
sonumuz tenimize şifreli/ama yalnız sen al canımızı günü gelince/Tanrım, lütfen
güzel ölümler bağışla bize” demiştin ya! Uyur uyumaz şiir olup gittin. Işıklara
karıştığın yolculuğunun iyi geçtiğini umuyorum! Avlunun beklediği yalnızlıktır!
Avluda buluşalım. Selamlar.
(Kemoterapi)
(…)
* Bu yazı, DÖNENCE ŞİİR YAYINLARI'nın ŞAİRİNE MEKTUPLAR KİTABINDA YER ALMIŞ; KİTAP-LIK EDEBİYAT DERGİSİ'nin 2007 YAZ saysında da yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder