HAİKU
GO SCHICI GO / 5-7-5
Fransız denemeci, eleştirmen, göstergebilimci Roland Barthes: “Şimdiyi
not ederek Romana geçmek” için Haiku’yla ilgilenir. Barthes, bir başka yazı
konusu olabilecek “Romanın Hazırlanışı” adlı kitabında, Japon edebiyat
tarihinde filiz veren “Haiku” türü şiiri: “Hoşa
gitmenin apaçıklığı, nedenini söyleyememe, büyülenme, hiçbir şey söyleyememe”
gibi tanımlarla açıklar. Kısa, son derece açık olduğunun altını çizerken de: “Söylemenin ve söylenmiş olanın bir tür
anlık, geçici ve göz kamaştırıcı uyumudur; karanlıkta ansızın çakılan
kibritler…” diyecektir. En az sözcükle, yüklü anlam ve etkiyi yakalama
çabası olan olan Haiku’nun en önemli yanı, okuma yinelemeleri yaptıkça
algılanan ve birdenbire hissedilen andır. Zihin gözünün açıldığı (Satori) an.
Haiku aynı zamanda, bir tabloyu göz önüne getirme, canlandırmadır da.
Fotoğrafın noemine yakın durur,
ayrıntıların fotoğrafını çekme sanatıdır;“Bu
olmuştu” der. Ana dilinde Go-Shichi-Go ya da bizim deyişimizle 5-7-5
hecelerden oluşan Haiku, merkezinde taşıdığı mevsim izleğiyle doğaya yaslanır.
İncedir, kırılgandır; tırtılın gürültüsüne, yanı başında gürültüyle
düşen sapsarı yaprağa dertlenir. Haiku’da ölüm: “Yaşama veda” anlamına gelen ve
şairin öleceğini anladığı an ölümü için yazdığı “Ölüm döşeği Haiku’su: Jisei”
ile karşılık bulur. Ölüm/Değişim doğanın
bir parçası. Şair de bu bilinci: “Jisei Haiku” ile karşılar.
Haiku aynı zamanda şakacıdır da! Günümüzde Haiku, tüm kültürlerde, ânın,
aydınlanmanın (Satori) dayanılmaz hafifliğiyle heyecanla denenen bir şiir
türüdür. Kısacası, haylaz bir çocuktur Haiku!
Haiku
/ Hokku / Haikai
Japon edebiyatının yapı taşlarından biri olan, dünya edebiyatında da en
kısa metin biçimiyle yer alan Haiku: Louis Borges’in de dediği gibi: “ânı durdurur, sabitler.” İnsan ve doğa
sevgisini merkeze alarak bireyi düşünmeye, sorgulamaya, algılama ve saptamalar
yapmaya savuran Haiku için yine Roland Barthes: “Anlaşılır olmakla beraber hiçbir şey demek istemez” diyecektir.
Ona göre bu kısa şiir, boşluğu taşımaktadır. Yapısındaki kısalık ögesi, Doğu
edebiyatında karşılaştığımız “Rubai-Beyit” biçimlerine de yakın durmaktadır.
İnsanın ruhuna yerleşen, sonsuz yankılanışlarla bir şeyler hissettiren,
gösteren “Haiku” ya da “Hokku” veya “Haikai” XIV. yüzyılın sonlarına doğru yine
günümüze kadar ulaşabilen Klasik Japon şiirinin bir başka nazım şekli olan “Tanka”
veya “Waka” geleneğinden doğmuştur. Bulunduğu dönem içinde şairlerinin
kaleminde bir ekol haline dönüşen Tanka, birden fazla şairin bir araya geldiği,
beş dizeli ve 5-7-5//7-7 hecelerinden oluşan bir gelenekti. İlk şairin
başlattığı şiir zincirindeki “Başlangıç Şiiri” yani 5-7-5 hecelerinden örülü
üçlük, o dönemde Haiku değil de “Hokku” adıyla anılıyordu. İlk üçlükle başlayan
şiir zincirine bir başka şair, 7-7 hecelerinden kurulu iki dizeyle katılarak
beş dizeli Tanka şiirlerin ürünleri toplanmaktaydı. Sonraları bu gelenek, XV.
yüzyılda Japon feodalizminin doğurduğu militer sınıf arasında yaygınlaşan ve “ruh
birliğini önceleyen Renga” şiir zincirine dönüşecektir. Başlangıç Şiiri olan ilk üçlük, 1500’lü
yıllardan başlayarak iki yüz yıl süren “Hokku” geleneği “Renga” ya da “Tanka”
zincirinde soluklanırken bu gelenek, Matsuo Başo Okulu’nda bağımsız bir şiir
yapısına dönüştürülme eğilimini yaşar. 1800’lü yılların başlarına
geldiğimizdeyse, Japon şiirinin harika çocuğu olarak anılan şair Masaoka
Şiki’nin, Haiku sözcüğünün yaratılması ve edebileştirilmesi yönünde çabalarını
görürüz. Başo Okulu’ndan başlayarak ivme kazanan Hokku’daki şiirsel bağımsızlık
artık yerini bulmuştur. Şiki, Haiku’nun, Tanka veya sonrasındaki Renga
geleneğine bağlı olmayan, yeni ve bağımsız bir şiir olduğunu, biçimsel
yapısının Hokku’ya benzediğini, Haiku’nun okurdaki algılanış farklılığını ilan
etmekteydi. Ağır aksak ilerleyen bu algılanış için yüz yıl sonra, Batıdaki
Haiku’ nun algılanışıyla ilgili Şigehisa Kuriyema’da Coşkun Yerli’nin
çevirisiyle “Haiku Yazmak” adlı makalesinde: “Haiku, batıda ilk kez 1910’da B.H. Chamberlain’in öncü yapıtında, ‘Başo
ve Japon Özdeyişleri’ bölümünde sunulur. “Özdeyiş” nitelemesi, Haiku’nun
Japonya dışında ilk kez nasıl yorumlandığı konusunda çok ilgi çekicidir.” saptamasını
yapıyordu. Geriye dönerek bakacak olursak: Edo dönemi Haiku’nun ustası kabul
edilen Matsuo Başo’nun Tanka geleneği içinde yer alan Hokku’ya (Başlangıç Şiiri)
kazandırdığı saygı ve edebi değerlerin, ileri dönemde Haiku’nun bağımsızlığını
kazanmasında önemli bir etken olduğunu görürüz. Bağımsızlığına kavuşan üç
dizelik Haiku’nun 5-7-5 heceli yapısı; ilk ya da ikinci dize sonundaki kesmeyle
duraklaması; içinde mevsim çağrışımını vermesi; doğadan veya anlık bir duygudan
izler taşıması gibi olmazsa olmazlarıyla bugün tüm dünyada ilgi çeken, duru,
kısa şiir türü olarak edebiyat dünyasındaki varlığını sürdürmektedir.
Haiku
Yazmak
Haiku şairlerinin en büyüğü kabul edilen Matsuo Başo, 1644/1694 yılları
arasında yaşamış. Haiku’yu biçim ve anlam yönünden zenginleştiren, Zen Budizm
ruhuyla yoğurarak sanatsal bir tür haline getiren Başo’nun asıl adı Matsuo
Munefusa’dır. Şair, ülkesi Japonya’da olanak buldukça, Fukagava’daki muz ağacı
yapraklarından yapılma kulübesine çekilip orda doğayla baş başa kalıyordu. Bu
kulübeyle bütünleşen şairin, bir tür muz ağacının da (Meyve vermeyen) adı olan
“Başo” sözcüğü, “Mahlası” olacak ve o günden sonra edebiyat tarihine Matsuo
Başo olarak geçecektir. Başo, şiirlerinde: Dünyanın anlamını, şiirinin yalın
düzeni içine sığdırmaya, küçük şeylerde saklı umutları açığa vurmaya ve tüm
nesnelerin birbiriyle ilişki içinde olduğunu göstermeye çalıştı. Başo’nun
şiirini tanımlamak için: “Yaşlı, solgun ve göze batmayan şeylere duyulan sevgi”
anlamına gelen “Sabi” sözcüğü kullanılır. Şair, çevirisini Coşkun Yerli’nin
yaptığı Kuzeye Giden İnce Yol (Yapı Kredi Yayınları) adlı kitabında iyi bir
şiir için bakın ne öneriyor: “ En önemli
şey, doğru anlayıştır. Anladığımızı, gündelik yaşantımıza yöneltip, güzelliğin
gerçeğini orda aramaktır. Yaptığımız şeyle, şiir demek olan sonsuz benliğimizin
mutlaka bir ilişkisi vardır. Çam ağacını öğrenmek istiyorsanız çam ağacına,
bambuyu öğrenmek istiyorsanız bambuya gidin. Ve bunu böyle yaparken kendi
kanılarınızı bir kenara bırakmalısınız. Yoksa kendi kendinizi koşullandırır ve
öğrenemezsiniz. Konunuz ve siz bir olduğunuz zaman şiiriniz de kendiliğinden
oluşacaktır. Yani, konunuzda gizli pırıltılar ararken derin derin daldığınız
bir zaman! Şiiriniz
ne denli güzel söylenmiş olursa olsun, duygularınız doğal değilse -konunuz ve
siz ayrı düşünüyorsanız- şiiriniz gerçek şiir değil, yapmacık olacaktır!” Yine
Coşkun Yerli’nin çevirisiyle Şigehisa Kuriyama’da, “Haiku Yazmak” başlıklı
yazısında: “Haiku dünyasında görünüm,
insanlar eşyalar ve olaylar, yalnızca doğanın gelip geçen akışındaki ritimle
algılanabilir, anlamlarına kavuşabilir.” diyor. Doğayla uyumlu bir yaşamı
önceleyen Japon kültüründe “İnsan”
bencil olmayan doğanın içinde bir varlıktır. Çiçeği koparsanız da kokusunu
sizden esirgemez, ağacı kesseniz de son meyvesini yine de size uzatır.
Başo
/ Şiir-Haiku
Oruç Aruoba, “Ne / Otuz Altı Tanzaku” adlı “Tanzaku” biçimli Haiku kitabında : “Haiku, anavatanında, ince uzun kâğıt parçalarının üzerine yazılırdı.
Bu kâğıtlara: ‘Tanzaku’ adı verilirdi. Haijin de (Haiku yazarı) Tanzaku üzerine
bazen Haiku’yla ilgili çizimler (Haiga) yapardı.” diyor. Aruoba, Haiku’yla
ilgili bir başka başucu kitabı Başo Kelebek Düşleri’nde (Metis Yayınları) bizi,
Matsuo Başo’nun Şiir-Haiku anlayışının derinliklerine götürüyor: Fuga: Şairin yapıtında görülen
incelmişlik. Furyu: Şairin yapıtı
ile yaşamına ortak olan incelmiş beğeni. Fukyo:
Çılgınlık. Sıradan yaklaşımların önemsediklerini önemsememek. Wabi: Yetinmek, küçük şeylerin
güzelliğine vararak yaşamak. (Bu ilke ülke kültüründeki “Çay Seramonisi”nin
temelinde yatan etik-estetik ilkedir.) Hie:
Soğuk, buzsuz; duygulardan olabildiğince geri çekilmek. (Özellikle No
oyuncularının ilkesi olmuş.) Karabi:
Kuruluk, gösterişsiz, yalınkat güzellik. Yase:
Tükenmişlik. İnce ve kırılgan olanın güzelliği. Şibumi: Görkemsiz, azla
yetinen “buruk tadlı” güzellik. Yojo:
Bir duyguyu doğrudan iletmeksizin sezdirme amaçlı yazma yöntemi. Yugen: Gizli, örtük. Sabi: Yalnızlık. (Başo ve okulunun temel ilkesi.) Kişi, düşünsel dinginliğine,
huzura, ancak bütünüyle kişiliksiz, kendiliksiz olarak, kocaman evrenin, kişiye
aldırmayan kayıtsız bütünlüğüne girmekle, onun içinde erimekle ulaşabilir. Sabi Haiku’ya renk verendir. Şiori: Sevecenlik. Karumi: Hafiflik. Basit ve yalın şeyleri konu edinmek. Tüm bunlar “Haiku” adlı buz dağının görünen
kısmı. Haiku, duyarlılığıyla kendine her alanda tema bulabilir. Görkemli,
incelikli temaların yanı sıra çok önemsiz gibi görünen şeylerle de ( salyangoz,
ıslanan korkuluk, sudaki kurbağa vb.) ilgilenir. Bir iki ipucunun yardımıyla
düş gücünü hareketlendiren, gündelik yaşamdan imgelere, seslere, durumlara
yönelir. Şigehisa Kuriyama, başarılı bir Haiku için: “basit şeylerin çekiciliğini, derin anlamlarını açığa çıkararak
içimizde hayranlık ve yenilenme duyguları uyandırır.” diyor. Haiku, 5-7-5 hecelik üç
dizeden oluşurken içinde mevsim izleği taşımanın yanı sıra yapısındaki kesme
tekniğiyle de (Bir ya da ikinci dize sonunda duraklama.) şiiri iki parçaya
ayırarak okuyucuyu imgeleminde birbirinden ayrılan dizeleri ilişkilendirmeye
zorlar. Kesme tekniği ile ikiye ayrılan şiirde ilk bölüm ikinci bölümün, ikinci
bölümde ilk bölümün algılanmasında katkıda bulunmalı. İmgesel uzaklık
bakımından birbirlerine pek yakın olmayan bu iki düşünce arasındaki şiirsel
çağrıyı sezmek, anlamak Haiku’nun özüdür. Bir diğer önemli öge, Haiku’da
bulunması gereken mevsim izleği. (Kidai) Şiirin kurgulandığı mevsimi bildiren
sözcük. (Kigo) Kelebek, baharı; sivrisinek, yaz gününü imler…
Cevat Çapan’ın
çevirisiyle Matsuo Başo, Taniguçi Buson, Kobayashi İssa
Masaoka Şiki’den örnekler
BAŞO BAŞO BUSON
uyan!
uyan! benim gelen, kala kala birden bir ürperme-
bana arkadaşlık edesin diye – kuruyan otlar kalmış odamda
ölmüş karımın
uyuyan
kelebek. askerin düşlerinden. ayağıma takılan tarağı.
İSSA ŞİKİ ŞİKİ
çekirge! pempeler arasında bir
dağ köyü-
ben gidince, uçup duran beyaz kelebek- yığılan karların altında-
göz
kulak ol mezarıma. kim bilir kimin ruhu! akan suyun sesi.
Tokorode
(Bu
arada!)
Türk şairlerinin Haiku’ya ilgisinden, 1930’lardan başlayarak söz
edeceğim. Ancak, önce zamanı ileriye alarak, 1990’lı yılların sonunda Enis
Batur, Issız Dönme Dolap İçbükeyler adlı kitabında: “… kişinin iyi bir Haiku yazabilmesi için, oturduğu evden dinlediği
müziğe, kullandığı silahtan yüzyılların doğurduğu ekonomiye kadar nerdeyse
Japon olması gerektiğini” söyleyecektir. Enis Batur’un bu düşüncesinden
demir alarak Haiku’nun vatanına; Japon kültürünün köklerini anlama, şiirini anlamlandırma bağlamında, kültür
sanat tarihine Haiku rüzgârlarını da yanımıza alarak yelken açalım istiyorum.
Konnichiwa
Dai Nihon
(Merhaba
Büyük Doğan Güneş)
Roland Barthes Japonya için: “Göstergeler İmparatorluğu” diyor. Feodal
geleneğiyle Japonya tarihine gözucuyla baktığımızda M.Ö. 300 yıllarının
izlerini buluruz. M.S. 500’lerde Budizm’in gelmesi; yüzyıllar ırmağında Nara,
Heian, Kamakura dönemleri ve Zen mezhebiyle tanışılması; Muromachi döneminde
Portekizlilerin Japonlara ateşli silahları ve Hristiyanlığı tanıtması; Edo
dönemiyle boy veren Şogun hareketi ve Japonya’nın dünyadan izolasyonu; 1800’lerin
ikinci yarısıyla başlayan Meiji restorasyonuyla Batılılaşma hareketi; 1989’lara
kadar süren Showa dönemi… Ve günümüz. (…) Hiroşima, Nagazaki’de yaşanan
felaket! Nazım’ın çığlığıyla: “kapıları
çalan benim / kapıları birer birer…” Kendi
küllerinden yeniden doğan, doğarken de içindeki nefreti bastıran, birlikteliği
önceleyen, uyumlu, itaatkâr, saygılı, yepyeni bir ülke kimliğiyle 21. yy.
Japonya’sı.
Meiji
Restorasyonu / Seppuku
Yazı ırmağındaki amaç: Japonya tarihini dert edinmek değilse de kınından
çekilen Samurai ruhunu, kültür-sanat, edebiyat, şiir izlerini ” Hokku - Haiku -
Haikai ” tadında anlamamıza, anlamlandırmamıza yardımcı olmaktır. Zamanın
sağaltıcı kollarından izlediğimizde Çin uygarlığını ve dilini eksen alan
Japonya, Meiji restorasyonuyla bir yandan “Batılılaşma” eylemini sürdürürken
diğer yandan kendi gelenek ve kültürlerini koruma ve geliştirme duyarlılığını
da ortaya koyar. Japon toplumunun Batı unsurlarıyla güncelleştirilmesi
sürecinde tematik bağlamda: Değişen toplum, kültür çatışmaları, insan
ilişkilerindeki yabancılaşma vb. çağdaş Japon edebiyatının gelişmesinde özel
bir yer tutar. Sanayileşme ve emperyalist bir güçle çalışma çatısı altında
Batılılaşan Doğulu öznede, II. Dünya Savaşı sonuna kadar 20.yy.ın önemli
imparatorluklarından biri olma hayalinin yarattığı milliyetçi militarist tutum
ve yayılmacılıkla parlamenter demokrasinin çatışması, sanayileşmenin getirdiği
sosyal maliyet, savaş ve atom bombasının etkileri: Japon edebiyatının arka
planını belirginleştirmiştir. Anılan süreç ve sonraları, Batı restorasyonuna,
“Modernite” sorunları tartışan bir kimlik çerçevesiyle birey üzerinde
yaratacağı derin kültür yaralarına, eleştirel şüpheyle yaklaşan düşünür ve
edebiyatçılar da olmuştur. Batılılaşmanın bireyde yarattığı özgürlüğün anlık
sevinci, sonraları, bedel olarak ödenmesi gereken büyük bir yalnızlığa
dönüşebilirdi! Bu şüpheyle, Japonya’nın 1970 yılının Kasım ayını gösteren yakın
geçmişine baktığımızda: Yukio Mişima ve dört arkadaşının gerçekleştirdikleri,
başkent Tokyo yakınındaki “Ichigaya” askeri kamp baskını, Japon ruhunu korumak;
Batılı değerler ölçeğinde silahlanmayı yasaklayan anayasayı suçlayan konuşması;
bir Batılı için yabanıl sayılacak Seppuku; (Samuray tarafından uygulanan
harakiri) geleneğe uygun olarak da yoldaşı tarafından kafasının oracıkta
kesilmesi, Batılı gözüyle anlaşılması zor bir durumdu. Kimliği, edebi duruşu ve
itirazıyla Mişima, bir yandan tanıdığı “Batı kültürü ve Batılılaşmış Japon
Değerleri” diğer yandan sıkı sıkıya bağlı olduğu Japonya’nın “Samurai Geleneği”
arasındaki gelgitlerle savrulmuştu. Bir
Maskenin İtirafları, Bereket Denizi, Yaz Ortasında Ölüm, Dalgaların Sesi,
Denizi Yitiren Denizci gibi yapıtlarında Batılılaşma ile Japonya’nın
geleneksel değerlerinin çatışmasını işlemiş, ülkesinin geleneksel değerlerine
karşın Batılılaşma hareketine duyduğu tepki onu yalnızlığa, yapıtlarındaki
inceliğin aksine Seppuku gibi Batılı gözüyle yabanıl bir sona götürmüştü.
Mişima’nın, bir tür politik bildiri taşıyan
Seppuku ya da yabanıl sonu: Uğruna başını koyduğu Japonya’nın, onurlu “Samurai”
ruhunu taşıyan halkının, önemli bir geçmişe sahip olan savaş sanatları
alanındaki tarihi ve kültürüdür.
Daito-Katana
ve Dişil Japonya
Hande Öğüt’ün, “Samurai” ruhunu, tarihi ve
kültürünü göz önünde tutarak izini sürdüğü ve anlattığı Japon edebiyatı, sahne
sanatları ve sinematografik yapıda: Sadizm, işkence, intihar, mazoşizm sıkça
göze çarpmaktadır. Gündelik pratikte kibar, saygılı ve itaatkâr olan, grup
ideallerini, uyumu önceleyen Japon halkının perde arkasındaki şiddet
ilişkileri: Batılılaşmanın ötesine geçmek ve geleneksel değerleriyle Öz’e
ulaşmak, bu yolla Japon olmanın anlamını bireysel anlamda vurgulamak, öz değerlerin
devamlılığı alanında iletişim kurmak şeklindedir. Ölümü bir arınma ritüeli
çerçevesine oturtan düşünce, Batılılaşmanın bireyde yarattığı özgürlük ve anlık
sevincin, sonraları bedel olarak ödenmesi gereken “Yalnızlığa” dönüşmesiyle
artan kirliliğin, Samurai ruhundan arındırılması, saflaştırılmasıdır da.
Daito-Katana’nın (Samuray Kılıcı) gölgesinde böylesine kanlı, savaşçı, feodal
yapıya karşın, ülkenin dişil yanını simgeleyen İkebana, Geyşalık Kurumu, Haiku,
Seramik ve Çay Töreni sanatlarının, Batılılaşma değerleriyle bireyin
ötekileştiği yalnızlığında ikincil plana sıkıştırıldığı da ileri sürülen
görüşler arasındadır.
Feodal
Ruhun Şiir İzleri
Arkaik dönem olarak söz edilebilecek Yamato
döneminden başlayarak tarihsel süreç içinde günümüze iz bırakan şiir
hareketleriyle yazı ırmağında yol alırsak, bu dönemde komşu Kore’den gelen “Çin
Yazını” ve aynı yoldan etkilendiği “Budizm” dışa kapalı bir yaşam süren Japon
halkına, Çin uygarlığından tutulan yol gösterici bir ışık gibidir. Şiirin altın
çağı olarak kabul edilen Nara
dönemindeyse Japon Şiiri estetik çaba, duru bir dil, ince ve içten sezişlerle
kendini yaratmıştır. Man’yo-shu klasik şiirde altın devir sayılan bu dönemin
eseridir. Heian dönemine ilerlediğimizde saray ve saraya yakın ailelerin sakin
ve lüks bir yaşam varlığı hissedilmektedir. Devrin önemli sanatçıları da onlar
arasından yükselmekteydi. Kyoto, o günkü adıyla Heiankyo’da Ortaçağ
Avrupası’nda düşlenemeyecek boyuttaki bu sanatsal yükselişle şiir daha gerçekçi
ve çağını, içtenlik, güzelliğin çizgileriyle sarmaktadır. Bu ince ve ustalıklı
yazında Kadın ruhunun üstün egemenliği görülürken (saray kadınları, nedimeler
ve yakınları.) aynı zamanda onların elinde ve kaleminde Japon dilinin
gelişmesine de tanık oluruz. Feodal ruhun gezindiği topraklarda erkekler, bilim
dili olarak Çinceyi kullanırlarken, sözü edilen saray kadınları da şiir dilinin
işlevselliğini geliştirerek saygın bir ruha ulaştırmışlardır. Bu arada, Heian
devri son bulmadan hemen önce ressam Toba Sojo da tüm dünyaya “Karikatür”
sanatını tanıtmaktadır. En az çizgiyle
en çok şeyi, en az sözcükle yüklü anlam ve etkiyi yakalama çabaları Çin’de
olduğu gibi Japon resim ve şiir sanatlarının da kardeşlik bağlarıdır. Kamakura
devrinin Güneş İmparatorluğu’nda kendini iyiden iyiye hissettirmesiyle, Heian
döneminde, özellikle Japon edebi dilinde önemli gelişmelere aracılık eden
kadınlar egemenliği, Şogun hareketinin gölgesinde kalır. Savaşçı orta sınıfın
ülke idaresindeki etkinliği, askerin yetki gücünün artması, imparatorun
hizmetinde görünen Şogunların ülke idaresindeki etkin varlığı, aydın sınıfın
içe dönük, gerçekçi ve üniformaya bağlı bir yaşam
sürmesine neden olmuş; edebi alandaysa edebiyat ve onun şiir disiplini,
taklitçi, öğretici, öğütleyici bir noktaya çekilmiştir. Elbette ki izini
sürdüğümüz konuda farklı bir pencereyi aralarsak, yukarıda anılan dönemin
etkisiyle sanat ve edebiyat ürünleri, döneme damgasını vuran militarist
toplumun duygu ve düşüncelerine tanıklık etmesi bağlamında önemli örnekler
oluşturmuşlardır. Sonraları, imparatorluk ailesinin ikiye bölüneceği Muromachi
devrinde, resim sanatındaki ilerleme ve “No Tiyatrosu” nun doğuşundan başka
kültür-sanat yaşamında durgunluk ve karanlık bir dönem, tarihteki yerini alacaktır.
Ânı
Durdurmak ya da Haiku
1600
ve sonrasını izleyen yıllar “Barış” dönemi olarak da adlandırılan “Edo”
devridir. Edo’nun başkent olmasıyla ilerleyen yenilenme hareketi her alanda
ülkeyi güçlendiren geliştiren büyüten bir dönemdir. Edo ya da bugün bilinen
adıyla Tokyo, ülkenin başkenti konumundadır. Bu dönemde sanat, edebiyat,
özellikle şiir gözle görülür gelişmeler kaydetmiştir. Kadın egemen Heian devri
şiirinin yumuşak, içtenlikli biçimi halkın sesini yansıtan etkin bir yoldadır.
Müzik, dans eşliğindeki “Kabuki” tiyatrosu dönemin önemli simgesi konumuna
gelmiştir. Edebi dildeki ısrarıyla, kültür sanattaki Çin etkisine tepki olarak
ortaya çıkan milliyetçi şairler doğmuş, Rakkosen ya da Haikai’nin Altı Ustası
olarak da anılan, kendi tanımıyla arınma, incelme insanı olan Matsuo Başo ve
arkadaşları, şaşırtıcı, özgün, Haiku’lara imza atmışlardır. Az önce sözünü
ettiğimiz gibi: İnsan ve doğa sevgisi üzerine kurulu, bireyi düşünmeye,
sorgulamaya, algılama ve saptamalar yapmaya savuran kısa şiirlerdir bunlar.
Japon dilinin az sözle çok şey anlatabilen yapısı, bir tohum gibi şiirde sayısız
filizler verebilme gücüne sahiptir. Özgün olmayı bencil olmakla bir tutan; o
düşünceden uzaklaşarak dünya görüşünü Zen’le birleştiren; Louis Borges’in de
dillendirdiği gibi: “…bir anı
durdurmakla, sabitlemekle…” ilgili Japon şiir görüşü; duyguların en güçlüsü
olarak sevginin de şiirde baş tacı edilmesiyle Haiku: Bir sevgi şiiri olmasının
yanı sıra doğayı da merkeze alır. Başo, o güne kadar eğlence aracı niteliğinde
olan Haiku’yu, edebi ve sanatsal değerler bütünü içine alarak günümüze
ulaşmasına öncülük etmiştir. Sözü edilen kısa şiirleri “Haiku” adıyla anacak
ilk şair Başo değil ondan çok sonra gelecek olan Masaoka Şiki’dir. Başo’yu
izleyen Buson, İssa, gibi şairler Jettetsu Okulu’nu kurarak simgeci, izlenimci
şiirlerle Japon edebiyatına yeni bir soluk yeni bir ses getirmişlerdir. Sözcüklerin
yarattığı rüzgârla şiir eylemindeki yapı kurma işinin yanında kurulanın ritim
ve ezgiseli de girişilen işin doğal bir parçası halindedir. Altayik diller
kümesinde yer alan Japon dilinde bir sözcüğün açık heceyle bitiyor olması,
dilin tınısını ezgisel anlamda etkilemekte. Denis Theriault’un Postacının Aşkı
kitabında: “Görsel sembollerle fonetiği
birleştiren Japon harfleri Haiku’nun derinliğine derinlik katar.” diyor. Kulağa
hoş fısıltılar halinde ulaşan bu dili, feodal dönemin Samurai ruhunu içinde
taşıyan ve günümüzde Batılılaşma süreci içinde de özünü koruma şüpheciliğiyle
dillenen Japon erkeğinden dinlediğimizde: Kınından ayrılmış, keskin ve parlayan
ağzıyla kulağa yanaşan bir kılıç kadar sert ve keskin olabileceği, oysa eş
olabilmenin verdiği sorumluluğun yanı sıra toplumsal alandaki itaatkar tutum ve
duruşu ile Japon kadının sesinde aynı dilin: Ezgiselliğin, renk ve uyumun huzur
bulduğu noktada bir Haiku tadına dönüşebildiğinin ayrımına varırız.
İsyanın
Korkusuzluğunda Günümüz
Tapınaklar ülkesi olan Japonya’da kalabalık
insan topluluğundan uzaklaşıp dağ yamaçlarına yerleşen tapınaklar yalnızca
birer tapınak değil aynı zamanda sanat ve edebiyat merkezleri, şair, bilgin
yuvaları olmuştur. Yine tarihsel süreçte ana hatlarıyla iz sürdüğümüz Japonya’da kan oluk oluk akarken, savaş teması, şiirde neredeyse yer bulmaz!
O, kaçınılması gereken bir afettir. Bir savaş sahnesi dizelere dökülecekse de
onlarca kişinin can verdiği ovada esen rüzgârın hürmetinden söz edildiğini
okuruz. Şiirin merkezine aldığı doğa düşündürücüdür ve insan da onun
ayrılmaz bir parçasıdır. Doğadaki tüm sesler onu ilgilendirir. Rüzgârın
saygıyla söylediği şarkılar, kuşun içtenlikli seslenişi, dalından düşen sarı
yaprağın gürültüsü Japon şiirinin ilgi alanlarıdır. Edo dönemini izleyen
“Çağdaş” dönemde karşımıza çıkan Meiji, Taisho ve Showa kuşaklarında Japon
aydınları, tanıştıkları Avrupa ve Amerika yoluyla Batı kültür ve edebi
değerlerini ülkelerine taşıdılar. 19. yy. ortalarına geldiğimizde Japon
şiirinde Avrupa etkisi iyiden iyiye hissedilirken, Batının taşıdığı maddeci
ruhsa geleneklerine sıkı sıkıya bağlı Japon halkının yaşamını zorlamaya başlar.
Showa kuşağıyla Eliot karamsarlığına yakın duran içe dönük şiirler yazılırsa
da komünist şair Shigeharu gerçekçi ve
eylemci ürünler verir. Dünya görüşü çağdaş Japon şiirinde karamsarlaşırken,
küreselleşen, tek tipleşerek büyük yalnızlığa sürüklenen insanın yeni yaşam
biçimi ve etkileri, hiçlik duygusu, bıkkınlık, tüketim ve eşyanın tatminsizliği
vb. anılan karamsarlığın izlerini günden güne belirginleştirmektedir. Atom
bombasını beklediği dizelerinde şair, isyanın korkusuzluğunu yüreğinde
taşırken, savaşın yaralarını, sürrealist düşüncenin, insanlık sevgisinin
gücüyle sarmaya çalışır. Kaçınılmaz sona karşın Japon şiirinin geldiği noktada
doğa, merkezde yerini kaybetmezken, insan ve düşleri, Samurai ruhunu taşımaya
devam eden çağdaş Japon şiirinde de ön plandaki yerini korumaktadır.
Sarinagara
( ama yine de…)
Haiku tarihindeki iki önemli isim, Matsuo Başo
ve Kobayashi İssa’dan iki Haiku’yla susmanın ötesine gidelim. İlki, Matsuo
Başo’nun seyahatnamelerinde yer verdiği en bilinen şiiri:
“Her yer öyle sessiz ki / kayaları deliyor / ağustosböceğinin
sesi.”
Başo’dan sonra Haiku’nun o ince sezişlerini
bize sunan Kobayashi İssa’ya kulak verdiğimizdeyse: İssa, eşinin, ölen
kızlarının bedenine sarılmış, hıçkırıklar içinde ağlamasına tanıklık
etmektedir. Acıyı paylaşsa da gözyaşlarının faydasızlığıyla İssa: “çiyden dünya / çiyden bir dünya bu / ama
yine de yine de… tsuyu no yo va/
tsuyu no yo nagara/ sarinagara Haiku’suyla yüreğine çöken ölümü Samurai
ruhuyla karşılıyor.
Kyoto’dan İstanbul’a
Kısa Haiku
Kısa
Haiku’nun ülkemizde filizlenmesinin
izlerini, Mehmet Can Doğan’ın “Haiku: Fantezi Değil, Gerçek” başlıklı
yazısından sürüyoruz. 1931’de Avrupa’dan gelen Mehmet Raif’in Haiku adını
verdiği ve Fikret Adil’in çıkardığı Artist dergisinde yayımladığı Haykay’lara
rastlasa da Nurullah Ataç, 1930’ların ikinci yarısında Garip
Şiiri ile Haiku arasında benzerlikler kurarak dikkatleri Orhan Veli’nin
şiirlerinde toplayacaktır. Garip ile Haiku, kısalık, yalınlık, gündelik dilin
ve konuların kullanılması gibi özellikleriyle birbirlerine yakın duruyorlardı.
Orhan Veli’nin, Haiku’nun: ‘5-7-5 / ne
söyleyeceksen 17 nefeste söyle!’ kuralını uygulayarak yazdığı şiirler de
yerli Haiku adına edebiyatımızda seçkin bir örnek oluşturdu.
“ Yosun kokusu / Ve bir tabak
karides / Sandıkburnu’nda”
***
“ Gemliğe doğru / Denizi göreceksin
/ Sakın şaşırma”
Edebiyatımızda Haiku’ya ilgi, sözü edildiği
gibi 1930’larda Garip Şiiri’yle başlasa da zamanla şiirimizin yelkenlerini
farklı biçem rüzgârları dolduracak, şairler bambaşka kıyılara, şiir
anlayışlarına ulaşacaklardır. Yine de şiirin o farklı kıyılarında, o günlerdeki
Haiku çeviri esintileri de pek çok şairimize ulaşacak, onlar da kurallı ya da
kuralsız, karınca kararınca, Haiku’ların peşine düşeceklerdir. Yazımıza da
eşlik eden eden L. Sami Akalın’ın, Varlık Yayınları’ndan çıkan Japon Şiiri (1962) adlı tarih ve
antoloji kitabı da Haiku’nun anavatanındaki filizlenişi ve gelişimini izlemek
açısından Türk şair ve şiir severler için bir başvuru kitabı niteliğinde
olmuştur. Ayrıca, Sabahattin Eyüboğlu’nun, Cevap Çapan’ın Haiku’nun
ustaları Matsuo Başo, Taniguçi Buson, Kobayashi İssa Masaoka Şiki’den ve daha pek çok Haijin’den
(Haiku şairi) çevirileri, edebiyatımızda önemli örnekler olmuştur. Sonraları,
1993’te Oruç Aruoba, Stryk’ın derleme çevirisi aracılığıyla Haiku’nun ustası
kabul edilen Matsuo Başo’yla tanışacak, kalemi gıcıklanacak; Varlık
Yayınları’ndan önce Başo-Haiku (1993) sonra da Ne Ki Hiç Haiku (1996 Oruç
Aruoba) kitapları gelecek; yeni kuşaklara Haiku heyecanını aşılayacaktır.
(Aruoba, bu iki kitabından sonra, Başo-Haiku kitabının genişletilmiş ve yeniden
düzenlenmiş şeklini Başo-Kelebek Düşleri (Metis 2008) adıyla yeniden
yayımlayacaktır.) Ancak tüm bunlardan
önce Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Cevat Çapan, Ahmet Necdet, Coşkun Yerli, İhsan
Üren, Güven Turan, Gültekin Emre, Numan Baranus, Sina Akyol, gibi şairler Haiku
tadındaki esintileri kitaplarına zaten taşımışlardı. Haiku ile tanışır tanışmaz
kalemi gıcıklanan Oruç Aruoba, yukarıda sözünü ettiğim Başo-Haiku çevirisi ile
kendi Haiku’larını yayımladıktan sonra pek çok yeni kalemin de gıcıklanmasına
neden olur. Kadir Aydemir, Gökçenur Ç.
Melisa Gürpınar, Serdar Ünver, Adil
İzci, Hakan Cem, Turgay Kantürk, Pelin Özer, Yelda Karataş ( 2007
Japonya Uluslar arası 10. Mainichi Haiku Büyük Ödülü sahibi) İsmail Uyaroğlu, Erol Özyiğit,
bunlardan bazıları...
Önceden sözünü ettiğim gibi, 1990’lı
yılların sonunda Enis Batur’un, Issız Dönme Dolap İçbükeyler adlı kitabında
yazdığı: “kişinin iyi bir Haiku
yazabilmesi için; oturduğu evden dinlediği müziğe, kullandığı silahtan
yüzyılların doğurduğu ekonomiye kadar neredeyse Japon olması gerektiği” görüşüne
paralel pek çok şair de kitaplarında Haiku anlayışıyla yer verdikleri
şiirlerini: “Haiku Hayranlıkları / Haiku Gibi / Haikuca / Alçak Gönüllü Hai-kai’ler
/ Haiku Tadında” gibi başlıklarla seslendireceklerdir. Bu tanımlamalara karşın yine de pek çok
şairimiz, Japon şairlerini aratmayacak Haiku’lar da yazdılar. Örnekle Yelda
Karataş. Yazmakla kalmayıp, Japonya’nın 2007 Uluslararası 10. Mainichi Haiku
Büyük Ödülü’nü de aldı:
"Ölüme
ne kadar yakın / Unutulmaz çocukluğumun / Ağır çiçekli ıhlamur ağacı"
Seçici Kurul üyesi Profesör Dr. Toru Haga’nın, Karataş’ın Haiku’su için
yaptığı açıklama, Enis Batur’un kabul gören saptamasının yanında, Haiku’da,
yeryüzü coğrafyasındaki şairlerin ortak kültürünün ya da kimliğinin ‘doğa’
olduğunun bilincini de imliyordu. Dr. Haga: “
Sayın Karataş, Heian dönemi şairlerinin yazdığı gibi uzun zaman önce birileri
tarafından giyilen bir gömleğin yenine sinmiş parfüm kokusunu değil, çiçekler
açtığında ağaçların arasında oyun oynadığımız o masum günleri anımsatıyor. Onunki acı veren ve hüzünlü ama bir o kadar
da güzel bir Haiku” diyecektir.
Haiku
Çocukları
Ülkemizdeki Haiku serüveninin, çocuklarla ilgili gözlerden kaçan iki
heyecan verici olayı da var. İlki İstanbul’da, Dr. Tevfik Sağlam İlköğretim Okulu’nda.
4/C sınıf öğretmeni Şengül Karaca, sınıfıyla kotardığı ve Can Yayınları’nca
yayımlanan (2011) Haiku kitabında anlatıyor. Öğrencileriyle, Orhan Veli’nin: “gemliğe doğru / denizi göreceksin / sakın
şaşırma” Haiku kurallarını gözeterek yazdığı bu şiirinden yola çıkarak,
sınıfta: “Göster ama söyleme!”
diyaloğunu yaratmışlar. Bu diyalog, çocukların Haiku aracılığıyla sıradan
olaylar içinde bir “an” yakalamaları ve öğrenme biçimlerini etkilemiş. Şengül Karaca
kitapta, ses, hece, kelime kavramlarını karıştıran ve öğrenme zorluğu çeken
çocuklarda Haiku’nun kavramada etkili bir yönteme
dönüştüğünün de altını çiziyor. Öğrencilerin yazdıkları Haiku’lardan oluşan
kitabın sonunda, onların Haiku için düşünceleri de yer almış. Kimisi: “ Haiku
bana anlamayı, dinlemeyi, bilgi geliştirmeyi, insanlarla iletişimi kazandırdı”
derken, kimisi de: “Haiku sayesinde artık kuvvetli düşünüyor ve algılıyorum. Haiku bana sevinmeyi
ve mutlu olmayı öğretti” diyordu. Gözde Esen adlı öğrencinin kitapta yer
alan bir Haiku’su:
Yağmur
damladı
Çatının
üzerine-
Kış
gecesinde!
İkinci heyecansa bir Haiku
atölyesi. 2013 Mayıs ayında Bursa Nilüfer Belediyesi Nazım Hikmet Kültürevi
Şiir Kütüphanesi’nde gerçekleşen “Haiku” başlıklı söyleşi öncesi, iki gün süren
bu atölyede: Sina Akyol, ben ve Gültekin Emre öğretim kurumlarından gelen çocuklarla
buluşmuş, Haiku yapısını onlarla paylaştıktan sonra onlardan, önce iki dize,
sonra tek dize vererek Haiku’ya evrilmelerini istemiştik... 5-7-5 heyecanıyla geçen iki günün sonunda,
Bursa İnkaya/Ulu Çınar’ın eteklerindeki çocuklar, parmak hesabının da
mutluluğuyla (Go-Schici-Go) kendi Haiku’larını yazmışlardı.
Pek çok Haiku’dan üç tanesi:
Ölüm
geliyor-
Kar yağıyordu Gökte yüzen
ıslak
toprak kokusu Dışarıda soğuk soğuk- Bir balık türüdür
Sonsuz uykuda. Çocuk oynuyor! Kuşlar.
(Emre Satı 7. Sınıf) (Ulaş Salgın
2.sınıf) (Eylül Sude
5.Sınıf)
İşte, böylesine haylaz bir çocuktur
“Haiku!”
Kaleminiz, Aruoba’nın kalemi gibi
gıcıklanırsa vay halinize!
(…)
Son
Söz Diye
Başo’nun, ruhunu Zen Budizm’le yoğurduğu Haiku, az sözle anlam
katmanları oluştururken günümüzde de insana dokunmaya devam ediyor.
Kalabalıklar arasında yalnızlaşan bireyin kendiyle dopdolu bedeni, boğulduğu yoğunluğun içinde yüzüyor…
Okyanustan
habersiz / Bir balık gibi / Zamanın içinde insan!