İzmir Devlet Senfoni Orkestrası Viyolonsel Sanatçısı olan Cem’in, Susmanın Ötesi adlı Haiku tadındaki dosyası 2003 Arkadaş Z. Özger Şiir Yarışması’nda finale kalarak “Anılmaya Değer Dosya” olarak kitaplaştı. Sina Akyol ve Coşkun Yerli ile "İnsan Halleri"ni dert edinen ve kısa şiirlerden örülü RENGA şiir zincirinde yer alan Hakan Cem’in ikinci şiir dosyası Öpücük Damlası (2007) ile bir anlatı dosyası olan Çınarın Gururu Gölgesidir (2013) Yitik Ülke Yayınları’nca kitaplaştırılmıştır. 2014 yılında yayımlanan Ölüler İçin Kılavuz adlı şiir kitabıyla 2014 S. Arısoy Şiir Ödülü'nü aldı.


Yapı Kredi Yayınları'nca yayımlanan: “Tanzimat'tan Bugüne Edebiyatçılar” ansiklopedisinde de yer alan Cem’in yazı ve şiirleri bugüne kadar: Kitap-lık, Yasakmeyve, Özgür Edebiyat, E, Akatalpa, Son Kişot, Pitoresk, Şiiri Özlüyorum, Kurşun Kalem, Deliler Teknesi, No Edebiyat, Akköy Edebiyat gibi edebiyat dergileri ile Haydar Ergülen yönetimindeki Artful Living sanal edebiyat portalında da yayımlanmış, yayımlanmaktadır. Bazı Şiirleri Fransızca'ya çevrildi.








Translate

30 Eylül 2013 Pazartesi

GE(N)Ç YARATI*



  “Geç ve Genç Yaratı” üzerine süreceğimiz izlerde, geçmişi de arayarak yaratı sözcüğünün kapısını aralayalım istiyorum. Dünü bilmezsek yarınla nasıl tanışabilir, onunla nasıl anlaşıp yeni yarınlar yaratabiliriz? Düşünmeli!


  Sevgili Şadan Gökovalı'nın metinlerinden okuyoruz: Söylencebilimde Tanrı-İnsan arası Titanlardan biri olan ve adı “Önceden gören” anlamına gelen Prometeus, gözyaşlarıyla yoğurduğu toprağı balçık haline getirerek eliyle biçim vermiş, ona can üflemiş ve insanı yaratmıştı! Yarattığı Tanrı benzeri insana, Ege bölgesinde bugün de sıkça boy veren, içi kolayca tutuşan bir özle dolu, ateşi uzun süre koruyan Narthex (Ferula) bitkisinin yardımıyla ölümsüzlüğün sembolü ateşi de Tanrılardan çalarak armağan etmiş. İşte ne olduysa o anda olmuş, sadece aş pişirmede değil, felsefe, tiyatro, bilim ve kültürde de uygarlık başlamış. Ateşin Tanrılardan çalınması suç ve kabul edilemez bir davranıştı! Tanrılar, sıcağı soğuğa taşıyabildikleri ateşi kendilerine ayırmışlardı. İnsan denen yaratı bu ölümsüzlüğe sahip olmamalıydı. Isıtan da ateş, ben’in yolculuğunda yakar kül eder! Mitteki Zeus’un gazaba gelerek ceza verdiği ve Kafkas dağına zincirlettiği Prometeus’un geceleri büyüyen ciğerini sabah erkenden yiyen kartal unsuru, yaratım sürecinin önemli bir sembolü. İmgelemin dışa vurumundan, yaratım sürecinden yorgun düşen sanatçı bir sonraki ana kendini devamlı yenileyerek ruhunun, imgeleminin başına dönmektedir. Düşünelim! Belki de Prometeus’un yaratısı olan “İnsan”ın acı çekmesi, onun, gözyaşlarıyla yoğrularak soluklanmasından başlar. Toprağa karışan bu acı, binyıllar öncesi ve sonrasıyla bizlere sanatın tüm disiplinlerindeki çekişme ortamlarında ortaya çıkan onlarca yaratıyı, ölümsüzlüğü getirmiştir. Yaratıcının dışa vurum sürecinde ciddi psikolojik sorunlarla bütünleştiği genel söylemde yer bulurken Psikanalitik çevreler yaratıcılığı sıklıkla: ”Egoya hizmet eden bir gerileme” olarak tanımlar! Poe alkolikti. Virginia Woolf çöküntü içinde, Gaugin içe kapanık, Van Gogh çıldırmış… Tümü, ruhlarının örsleri başında, yaratılarıyla yalnızca kendi kültürlerine değil ortak kültürümüze uzak bir erken uyarı yaptılar. Doğanın verdiği derslerle büyüyen insan, binyıllar ırmağında gürültü ve hüzünlerle yıkanarak ömrünü sınırlamışsa da yarattığı eserler ve düşüncelerle de ölümsüzlüğün kapısını aralamış. Onun, kendinden sonra gelenlere bıraktığı ışık, onlara, hatta onlardan sonra gelecek olanlara da ölümsüzlüğünün yüceliğini taşır, ben’i biz yapar. Yerküremizde, coğrafyamızda, kültürümüze miras kalan ve günümüzde ölümsüzlüğünü sürdüren eserler ben’den çıkmış biz’im olmamış mıdır? Dünya yolculuğunun sonu sayılan ölümün, insan üzerine düşürdüğü koyu gölgenin yok edilmesidir yaratı. Ey okur! Benliğimiz ve yaşam yolumuzu düşünelim. Ölüm ânını düşünelim. Sabahın kokusuna uyanan çiçeklerin toprağından doğrulmuş yeryüzünü kucakladığımız; taşın dilini öğrenmek için tenhasında: “Işığın yolculuğunu müjdeliyorum” dediğimiz kadim yolculuğu! Sesimizi, ürettiklerimizi mavinin boşluğuna bırakarak bitecek günün eteklerinden öyle uzaklaşmalıyız. Yaşamın gün batımına dek “Yaratı” sürecini kendimizde, olgunlaşma sürecinde eriyen emeğimizde bulmalıyız. Sorumluluğumuz yalnız günümüz insanına değil, peşimiz sıra gelenlere de! Ölüm, ben’in kadim yolculuğuyken biz’e dönüşene ulaşamaz. Prometeus’un gözyaşlarıyla yoğurduğu toprak, kendisine sunulan tohumları, bereketiyle Biz’e geri verir. “Geç ya da Genç” “Yaratı” yarına ulaşabiliyorsa ben’in ölümü biz’e vardığında ölümsüzlüğü, kendinden sonrakilerin de mutluluğu olacaktır. Altamira, Lascaux’da yer alan mağara duvarlarında hayranlık etkisi uyandıran, şaşırtan, kahverengi-kırmızı geyik ve bizon resimleri insan denen yaratının güzeller güzeli yaratısıdır.

 Pico Della Mirandelo, 15. Yüzyılın temel düşüncesini açığa vurduğu Oratio de Hominis Dignitate’de usta yapıcı, Adem’e, arketipik adama, seçtiği şeye sahip olma, istediği şeyi olma olanağı verildiğini bildirir. Mirandelo, bunun bir anlamda Prometeus ile simgelenen adamın adındaki anlam olduğunu söyler. Biz ne olmak istersek o olabiliriz! (…) 
  Sanatçı kendi dışında bir amaca baş eğen bir uygulayıcı değil egemen bir yaratıcıdır. Üreten öznenin derinlerinde yer alan o yaratıcı enerjiyle kadim müzik kültürünün duyularımızda erittiği ezgileri de anımsayarak: İnsanoğlunun  tarih  öncesi  dönemler ve sonrasında, algılanan  sesler çerçevesinde dünyayı anlama ve anlamlandırma çabasını izleriz. Chou’lar döneminde yaşamış, Çin’e iki bin yıldır hâkim olan felsefesiyle Konfüçyüs, duyuların dışavurumunu ses ile tanımlarken, müziğin yer ile gök arasındaki uyum olduğunu söyler. Bu bağlamda genç ve geç yaratılarıyla insanlığa ölümsüzlüğün ezgilerini sunan; henüz otuzlu yaşlarındayken soluğuna veda ettiğinde, cenazesinin bilinmeyenler çukuruna atıldığı Wolfgang Amadeus Mozart’ı selamlamak, yazımıza konuk etmek, ge(n)ç yaratıyı bir de onunla düşünelim istiyorum.

 Peşine düştüğümüz “Geç ve Genç Yaratı” izlerini birbirine karıştıracak olan Amadeus, henüz üç yaşındayken klavsen çalmaya, beş yaşında senfonik yaratılar vermeye başlamış. Yaratılarının “Genç” yaşları sayacağımız beş yaş ve devamını göz önüne aldığımızda yaşamının ve yaratılarının da sonu olan otuz beş yaş ve hemen öncesini de “Geç” yaratılar dönemi olarak algılarız ki her iki döneme sığdırılan altı yüzden fazla yaratı bugün tüm coğrafyaların konser salonlarında, müzik akademilerinde, konservatuarlarında, elimizin altında, ruhun derinliklerinde varlığını, ölümsüzlüğünü sürdürmektedir. Müziğin iç içe geçmiş zorlu kuralları, biçim-biçem bağlamında boğuşulan armonik yapısıyla, bir çocuğun oyuncağıyla oynadığı gibi eğlenerek günümüze ulaştırdığı ve insanlığa armağan ettiği yaratılarının kodlarına, derinlerine, yaratım sürecine yaklaştığımızda: İlhan Berk’in “Şiir Cehennemi”ne benzer bir cehennemin kapılarına ulaşırız. Sevgili Amedeus, ölümsüzlüğe selamla, otuz beş “Ge(n)ç” yaşında insanlığa veda ederken olgunluğun deminde onlarca yaratıyı genç yaşında ölümsüzleştirmiştir. Müziğinde Avusturya halk dans ve ezgilerini içselleştiren Amadeus, ezgi ve armoni zenginliğiyle donanmış ortak duygu ve düşünceleri, izlenim ve tasarımları derin anlatım inceliğinde bizlere sunmuştur. Operalarına toplumsal eleştiri katan Amadeus’un yaratılarında çağının özgün stil ve akımlarını buluruz. Bu genç, yaratıları ve coğrafyasındaki duruşuyla, Fransız Devrimi’ni hazırlayan düşünce ortamından etkilenerek, insanların özgürlüğüne eşitliğine inanarak müzik tarihinde “Aydınlanma” felsefesinin temsilcisi olmuş; taşıdığı genç ruhu onu Avrupa Müzik Tarihinde, bir soylunun korumasında kalmayı reddeden ilk müzikçi de yaparken, yozlaşmış, akla uygunluğu tartışılan feodal düzene duyduğu nefret ve yaratılarıyla bir müzik Voltaire’i olarak on sekizinci yüzyılın eleştirici zekâlarından biri haline getirmiştir.



 Sonuç olarak: Yaratı sürecindeki öykünme temelinden hareketle genç yaratının olgun deme ulaşması, yaşadığı çevre ve koşullarını anlama ve anlamlandırmasıyla ilintili. Kaygısı ve itirazıyla aklın koridorlarından geçerek özgürleşen, olgunlaşan öznenin sanatında, sınırlamalardan uzak, tüm biçimlerde var olan diyalektik gerilimle ilişkiye giren yaratı, gerilimin içselleştirilmesiyle olgun deme ulaşır ki bu demde kurulan dille okuduklarımız, izlediklerimiz, dinlediklerimiz bize: “İnsan” olduğumuzu anımsatır. 

* Bu yazı: AKKÖY EDEBİYAT DERGİSİ'nin
"Geç Genç Yaratı" konulu Dosya'sında 2010/59. sayısında yayımlanmıştır. 


27 Eylül 2013 Cuma

ŞAİRİN BESLENMESİNE DAİR*


   Ana dilim şiirdir! Dualarımın, düşlerim ruhum ve vicdanımın dili. Kendimi arayışım, kekeleyişim bu yüzden; şiirle kutlarım onu! ‘Dört Rüzgâr Çarptım Yüzüme Uyandım’ başlıklı düzyazı şiirimin ilk rüzgârında böyle mırıldanmışım. İnsanlık, şiirin elinden tutuşunu, geleceğe taşıyışını, yüreklendirişini yaşadı. Yaşayacak. Rönesans şaire, o haberciye: Alter deus (öteki tanrı) gözüyle de bakmıştır. Temellendirme bağlamında şiir sanatını, inşa etmek aracılığıyla yaratma olarak görmektedir. Poesi/Poetry sözcüklerinin, şiirsel yaratma anlamında geç Rönesans’ta kullanıldığını da görürüz. (…) Haylaz bir çocuktur şiir!

 Şiir! Çelişkiler atlasım… Yakılmış köprülerin külleriyle yazılmış şiir! Çocukluktan el alan akıl dışı görme biçimi… Ele geçirilemeyendir o! Düşüncelerden ürken, suskun olandır. Anlamı sezdirir; okuruna yalnız olmadığını duyurur da bir avuç sözcükle yapar tüm bunları. Beklenmeyendir aynı zamanda, şaşırtıcıdır, bir bakıma yolculuktur da; yeryüzü güncesi, demir alır uzak denizlere! Neye mi yarar? Yaratıcısını bilici kılar, onu kutsar. İçsel çağrısıyla, ışığıyla yeni olanın peşine düşürür. Sevmektir, arınmanın derin huzurudur ve elbette çıkış yoludur… Yaşam, anlam katmanlarında genişlerken derinlerimizi kazıp duran, utançlarımızı, yakınmalarımızı, gözyaşlarımızı ele geçiren, şairine bile ters düşebilen; işte, böylesine haylaz bir çocuktur şiir…

  Şair, uçurum kenarlarında yarattığı, yaşanır kıldığı imgelerle, sözcüklerle, o sözcüklerin ritimleriyle sürdürür şiir ülkesinin inşasını. Şüpheyle, karanlık, yabancı ve uzak bir sabırla dilin reddine çalışır… O ülke ki sürgüne gittiği geleceğin şimdisidir! Şair, inşasını sürdürdüğü şiir ülkesinde yalnızdır, tuhaftır, farklı algılara sahiptir. Hayalci, yanı başındakilerden kopuk, çok uzakta, anlamsıza yanaşarak, sessizliğin sarmaşığındaki dünya görüşüyle anlam ses ilişkileri kurar; düşünceler, çatışmalar, izler, beklentiler… Ah bir göz göze gelse ya kendiyle! Kimi zaman sözcükler sınırının ötesindedir ifade edilemeyenler; oradan bakmak, orayı dinlemek! Yalnız şair mi? Şiirle yüzleşerek verilir düzyazının da savaşı. Yaratı sürecinde sancılanan her özne, kendi derinine böyle yanaşır; dilin çilesini çekmeye, acısıyla yanmaya hazırlanır… Arınmak için doğanın çağrısıdır bu! Ateşi tuttum/kendimi yargıladım/bana kül oldum/yokluğumdaki demde/azaldıkça çoğaldım.

 Eluard’ın: “…şair, ilham alandan çok ilham verendir.”  söyleyişini düşünüyorum. Yoksa şiir yok da kalıcı olanların kurucuları şairler mi var? Alter deus! Öyle ya ilk dizeyi Tanrı lütfedermiş; sonrası! (…) Sonrası, şaşkınlık denen o olağanüstülükle, ruhun taşkınlığındaki öznenin düşe kalka okuduğu; nasılıyla, gizemiyle, biçimiyle kendini büyüttüğü şiir şiiri doğururmuş. Dilin en seçkin bu biçimi, yaşamın önünü açarken oluşma, yıkma, yeniden inşa etme süreci de başlarmış. Böylelikle bitmeyen ve tükenmeyen sorularıyla kendinde, çevresinde olup biteni anlamaya, anlamlandırmaya, duyurmaya çalışırmış alter deus.



 Öte yandan okur, duyduklarına yeni anlamlar yükleyip, başkalaşıp, o kutsal biliciyle arasında köprüler kursa da güzellik algımız bugünlerde, iletişim ağlarının tanrılaştığı yoksullukta çöken bir sisle, bireylerarası iletişimin yitirildiği, konfetileştiği patikalardan geçiyor… Bir avuç gökyüzü, bir tutam çim kokusuyla konuşuyor ve hiçbir şey söyleyemiyoruz; birbirimizi anlayamıyoruz; yazık! Doğadan kopuk bir kent yaşamının yapaylığında zamanı eritiyoruz. Kim bilir belki de besleniyoruz!

   Bir derinleşme uğraşısı olan şiir, coğrafyamızda, öncesiyle sonrasıyla dinlemelere, okumalara çağırır bizi. Haşim, Yahya Kemal, Necip Fazıl, Nazım, Toplumcu Şiir, Garipçiler, İkinci Yeni ve günümüze uzanan delta… Söyledikleri toprağa serpilen tohum kadar bereketli. İzin vermeli: Yüreğimizde köklenmesine, serpilip umursamazlığı aşmasına, başkalaşmasına izin vermeli. Böyle beslenmeli şiir şairden, şair şiirden… Okumak! Ve okumak! (…) Okumak! Şiirin şairi, şairin şiiri beslediği tüm deltalarda iz sürmek… Söz gelimi şiirimizin Divan’ına uğramak, o muhteşem ritme! Oradan Necatigil’in “Divançe”sinin, Turgut Uyar’ın “Divan” nın, aynı sularda Attila İlhan, Hilmi Yavuz’un izlerini sürmek; halk şiirinde yol almak, Oktay Rifat, Cemal Süreya rüzgârlarıyla… Garip’lerin arasında soluklanmak; Asaf Halet Çelebi’nin “Om Mani Padme Hum”unda kaybolmak; Ece Ayhan çıkmazında öylece kalakalmak! Edip Cansever’in Umutsuzlar Parkı’yla “Gelenek”in izlerini bulmak… Ya Nazım’ın gür sesi! Ve günümüze uzanan nicesi… Hele bir de şairin dilinde, başka başka ülkelerin dillerine yelken açmak varsa! O şiir koylarını kendi öz dilinde keşfetmekle de çoğalacaktır şair. Ne ki şair şiirle de kalmamalı! Eskisiyle yenisiyle öykü, roman koylarına da sıkça uğramalı… Hemen akla geliveren: Poe, Sartre, Kafka, Joyce, Proust, Karasu, Uyar, Pamuk ve günümüzde daha pek çoğu… Dahası, sanatın tüm disiplinleri, yaratıcı özneyi ilgilendirmeli! Sinema, müzik, resim, heykel, plastik sanatlar…

  Sanatın tüm disiplinleri, zengin kaynaklarıyla şairi ilgilendirmeli! Değişim, dönüşüm, insan ilişkileri, toplum değerleri, doğa ilişkileri… Bunları okuduğumuzda evet, sanatın tüm disiplinleri yaratıcı özneyi ilgilendirmeli! Müzikle anımsayalım! Rus beşlerinden Mussorgsky, yakın arkadaşının daveti üzerine gittiği resim sergisinden on tabloyu kucaklayan ezgilerle beslenmiş: “Bir Sergiden Tablolar” başlıklı yaratısını ölümsüzlüğe uğurlamıştır. İspanyol yazar Cervantes, geç romantik Alman besteci Richard Strauss’un müziğinde izler bırakarak onun: “Don Kişot” senfonik şiirinin doğumuna kaynak olmuştur. Yine Nietzche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” adlı eseri Strauss’u derinden etkileyecek ve besteci aynı adla: “Böyle Buyurdu Zerdüşt” başlıklı senfonik şiirini yaratacaktır. Bunları çoğaltmak mümkün! Çaykovski’nin: Şekspir’den “Romeo Juliet” Dante’den “Francesca da Rimini”; anonim edebiyat üzerinden Korsakov’un “Binbir Gece Masalları” Puşkin’den “Altın Horoz”  başlıklı senfonik şiirler… (…) Bir başka beslenme kaynağı “Tekrara düşmeme” ilkesi, yaratının önemli yapı taşlarından biriyken, Fransız besteci Ravel, dünyadaki tüm konser salonlarını taçlandıran Bolero’sunu, doğrudan “Tekrar”ın kendisinden beslenerek yaratmamış mıdır? İşte, sanat, edebiyat bizi böylesine ilgilendirmeli; böyle beslenmeli! Okuruna ulaşan “Ge(n)ç Yaratı” başlıklı yazımda: ‘Dünya yolculuğunun sonu sayılan ölümün, insan üzerine düşürdüğü koyu gölgenin yok edilmesidir yaratı!’ şeklinde sıralanmıştı harfler.



  Şiirimizin (Modern) Fransız şiiriyle beslendiğini söyleyebiliriz. “Ben bir başkasıdır!” diyerek şiir ülkesine yelken açmış Rimbaud, peşi sıra pek çok şiir teknesinin yelkenlerini de kendi iç rüzgârlarıyla beslemez mi? Yalnız biz mi? Uzak denizler atlasında Amerikalı şairlerden tutun da İsveç, İtalyan, Şili, Meksika, Lübnan, Mısır, Japonya ve daha nicesi… Şairler, Fransız şiirinden beslene gelmiş. Elbette salt Fransız şiirinden söz edemeyiz; sivrilen kalemin ucuyla yazılan tüm kültürlerdeki şiirler, şiirleri(mizi de) beslemiş. Neruda, Mayakovski, Lorca, Brecht, Seferis, Ritsos, Nazım, Aragon ve dahası… Lakin hepsi de kendi seslerinden örülü, yaşadıkları coğrafyaların özelliklerinden yeniden inşa edilmiş kendi şiir koylarını, ülkelerini kurmuşlar.

  Şiir ülkesinin farklı koylarına demir atmış o kutsal bilicilerin şiirlerine yanaşmakla yol alırız. Anday, Cansever yelkenlerinin bir zamanlar Eliot; Oktay Rifat’ın Valery, Mallerme; Cemal Süreyya’nın da Max Jacob, Prevert, Apollinaire rüzgârlarıyla beslendikleri, dümen sularının uzaklardaki izlerinden görülmektedir. Bir tek onlar mı? Hayır! Hayır! Haşim’den Yahya Kemal’e, Orhan Veli’den Kısakürek’e, Dıranas yelkenlerine… Baudelaire, Supervielle, Char, Prevert  rüzgârları… Nazım’ın Rus, Necatigil’in Alman, Ülkü Tamer’inse Anglo-Sakson dil rüzgârlarıyla yelkenlerini açtıklarını, iz bıraktıklarını da unutmamalıyız! Anadolu soluğundan, sokaklarından ürünlerini toplayan Dağlarca’yı, pastoral şiiriyle Külebi’yi, bir başka Anadolu şairi Gülten Akın’ı da! Köy yaşamı, kır yaşamı, kent yaşamı… Joyce’un Dublin’i,  Berk’in İstanbul’u, Latife Tekin’de kentin varoş yaşamları, Pamuk’un Teşvikiyesi yazara, şaire çok şey söyler okuruna aktarması için… 


   Ya da İssa’nın Kaşivabara’sı!


 Şiirin gelgitleri yatağını değiştirdikçe şairi de çoğalacak zenginleşecektir. Şair, yazar, yaşamın içinden, tam da derininden beslenir! Bu her yerdir, her şeydir. Günümüzde şiirlerini okuduğumuz, yine bir uzak denizler ülkesi olan 18 yy. Japonya’sında, yaşamın, çocuksu coşkunun, doğada olağanüstü hayretle uyanışın şairi Kobayashi İssa’nın şiirinin, dünyanın kesintisiz sabahını kutladığı ve insan yüreğindeki güzelliklerin her gün yinelenmesi umudunu çocuksu bir güvenle duyurduğu söylenir. Yaşamın sonsuz kırılganlığının bilinci de şairin /yazarın beslenme alanıdır: bir gün ölmeye hazır ol / evet hazır ol- / çiçekler bunu söyler! Böyle diyor İssa! Uzun seyahatlerinden sonra doğduğu kasabaya yüzlerce şiirle dönen İssa’yı Kaşivabara’da başka acılar bekleyecektir. Peş peşe üç çocuğunun ölümü… Zamanın kesintisiz yıkımını yaşayan şair bize, doğan her şeyin öldüğünü ve dünyadaki her kavuşmanın aynı zamanda bir ayrılık olduğunu söylerken bir yandan kızlarının cansız bedenine sarılmış ağlayan annenin gözyaşlarının faydasızlığını, solan çiçeğinin çürümesini izler, bir yandan da belleğimizde yer eden şiirini fısıldar: çiyden dünya / çiyden bir dünya / ama yine de yine de!

 Ey okur! Ey yazar! Ey şair! Harflerin el ele vermesiyle gelişip büyüyen, yazarından koparak sana ulaşan her yapıt canlıdır, edebi değeri ölçüsünde ölümsüzdür de. Bu ölümsüzlüğüyle, okurunun beslenmesine de aracılık eder…


  Okumak; açık denizlerin kıyısına varmak! 

 Ah okumak…

*Bu yazı Papirüs Edebiyat Dergisi'nin 2011/7 sayısında yayımlanmıştır.







26 Eylül 2013 Perşembe

Yaşadım Diyebilmek İçin

"YAŞADIM DİYEBİLMEK İÇİN"
SERGİSİ



 Fiber optik ortamın dayanılmaz hafifliğiyle 
Faceebook üzerinden edindiğim paylaşıma açık resimlerden oluşan 
Sanal Sergi'ye hoş geldiniz!
*
YAŞADIM DİYEBİLMEK İÇİN 
ERKEN KALKMAK LAZIM!

*


SİZİ MUTLAKA BEKLEYEN BİRİLERİ 
HER ZAMAN VARDIR!
*
"
"YAŞADIM DİYEBİLMEK İÇİN"
İÇİMİZDEKİ RİTME, MÜZİĞE KULAK VERMELİ!

KOLAY DEĞİLDİR DOĞUM VE SONRASI!
YAŞAMAK KOLAY DEĞİLDİR!
*
İYİ BESLE(N)MELİ!
DAL BUDAK SARMALI!
*
GEREKSİZ KİMSELERDEN
YA DA DÜŞÜNCELERDEN
UZAK DURMALI
ÖYLE YOL ALMALI!
*
  
HAYATI 
KENDİMİZE
VE
 KİMSEYE 
DAR ETMEMELİ !
*
*
VE ASLA PES ETMEMELİ!
*
PEŞİNDEN GİTMELİ HAYATIN
ZOR DA OLSA! 
*
HER ŞEY İÇİN
BİR ADIM YETER! 
*
*
 VAZGEÇMEMELİ!
*
SİZ YOLA KOYULUN!

BİR KUŞ
BİR KUŞ DAHA
YOK OLUR YALNIZLIK!
****

(...)


OYSA NE ZOR GELMİŞTİ İLK GÜNLER!
****

(...) 


 LÜTFEN!
HAYATI KAÇIRMAYIN.

(...)




Go Schici Go





HAİKU 

GO SCHICI GO / 5-7-5



   Fransız denemeci, eleştirmen, göstergebilimci Roland Barthes: “Şimdiyi not ederek Romana geçmek” için Haiku’yla ilgilenir. Barthes, bir başka yazı konusu olabilecek “Romanın Hazırlanışı” adlı kitabında, Japon edebiyat tarihinde filiz veren “Haiku” türü şiiri: “Hoşa gitmenin apaçıklığı, nedenini söyleyememe, büyülenme, hiçbir şey söyleyememe” gibi tanımlarla açıklar. Kısa, son derece açık olduğunun altını çizerken de: “Söylemenin ve söylenmiş olanın bir tür anlık, geçici ve göz kamaştırıcı uyumudur; karanlıkta ansızın çakılan kibritler…” diyecektir. En az sözcükle, yüklü anlam ve etkiyi yakalama çabası olan olan Haiku’nun en önemli yanı, okuma yinelemeleri yaptıkça algılanan ve birdenbire hissedilen andır. Zihin gözünün açıldığı (Satori) an. Haiku aynı zamanda, bir tabloyu göz önüne getirme, canlandırmadır da. Fotoğrafın noemine yakın durur, ayrıntıların fotoğrafını çekme sanatıdır;“Bu olmuştu” der. Ana dilinde Go-Shichi-Go ya da bizim deyişimizle 5-7-5 hecelerden oluşan Haiku, merkezinde taşıdığı mevsim izleğiyle doğaya yaslanır. İncedir, kırılgandır; tırtılın gürültüsüne, yanı başında gürültüyle düşen sapsarı yaprağa dertlenir. Haiku’da ölüm: “Yaşama veda” anlamına gelen ve şairin öleceğini anladığı an ölümü için yazdığı “Ölüm döşeği Haiku’su: Jisei” ile karşılık bulur. Ölüm/Değişim doğanın bir parçası. Şair de bu bilinci: “Jisei Haiku” ile  karşılar.  Haiku aynı zamanda şakacıdır da! Günümüzde Haiku, tüm kültürlerde, ânın, aydınlanmanın (Satori) dayanılmaz hafifliğiyle heyecanla denenen bir şiir türüdür. Kısacası, haylaz bir çocuktur Haiku!

Haiku / Hokku / Haikai

    Japon edebiyatının yapı taşlarından biri olan, dünya edebiyatında da en kısa metin biçimiyle yer alan Haiku: Louis Borges’in de dediği gibi: “ânı durdurur, sabitler.” İnsan ve doğa sevgisini merkeze alarak bireyi düşünmeye, sorgulamaya, algılama ve saptamalar yapmaya savuran Haiku için yine Roland Barthes: “Anlaşılır olmakla beraber hiçbir şey demek istemez” diyecektir. Ona göre bu kısa şiir, boşluğu taşımaktadır. Yapısındaki kısalık ögesi, Doğu edebiyatında karşılaştığımız “Rubai-Beyit” biçimlerine de yakın durmaktadır. İnsanın ruhuna yerleşen, sonsuz yankılanışlarla bir şeyler hissettiren, gösteren “Haiku” ya da “Hokku” veya “Haikai” XIV. yüzyılın sonlarına doğru yine günümüze kadar ulaşabilen Klasik Japon şiirinin bir başka nazım şekli olan “Tanka” veya “Waka” geleneğinden doğmuştur. Bulunduğu dönem içinde şairlerinin kaleminde bir ekol haline dönüşen Tanka, birden fazla şairin bir araya geldiği, beş dizeli ve 5-7-5//7-7 hecelerinden oluşan bir gelenekti. İlk şairin başlattığı şiir zincirindeki “Başlangıç Şiiri” yani 5-7-5 hecelerinden örülü üçlük, o dönemde Haiku değil de “Hokku” adıyla anılıyordu. İlk üçlükle başlayan şiir zincirine bir başka şair, 7-7 hecelerinden kurulu iki dizeyle katılarak beş dizeli Tanka şiirlerin ürünleri toplanmaktaydı. Sonraları bu gelenek, XV. yüzyılda Japon feodalizminin doğurduğu militer sınıf arasında yaygınlaşan ve “ruh birliğini önceleyen Renga” şiir zincirine dönüşecektir.  Başlangıç Şiiri olan ilk üçlük, 1500’lü yıllardan başlayarak iki yüz yıl süren “Hokku” geleneği “Renga” ya da “Tanka” zincirinde soluklanırken bu gelenek, Matsuo Başo Okulu’nda bağımsız bir şiir yapısına dönüştürülme eğilimini yaşar. 1800’lü yılların başlarına geldiğimizdeyse, Japon şiirinin harika çocuğu olarak anılan şair Masaoka Şiki’nin, Haiku sözcüğünün yaratılması ve edebileştirilmesi yönünde çabalarını görürüz. Başo Okulu’ndan başlayarak ivme kazanan Hokku’daki şiirsel bağımsızlık artık yerini bulmuştur. Şiki, Haiku’nun, Tanka veya sonrasındaki Renga geleneğine bağlı olmayan, yeni ve bağımsız bir şiir olduğunu, biçimsel yapısının Hokku’ya benzediğini, Haiku’nun okurdaki algılanış farklılığını ilan etmekteydi. Ağır aksak ilerleyen bu algılanış için yüz yıl sonra, Batıdaki Haiku’ nun algılanışıyla ilgili Şigehisa Kuriyema’da Coşkun Yerli’nin çevirisiyle “Haiku Yazmak” adlı makalesinde: “Haiku, batıda ilk kez 1910’da B.H. Chamberlain’in öncü yapıtında, ‘Başo ve Japon Özdeyişleri’ bölümünde sunulur. “Özdeyiş” nitelemesi, Haiku’nun Japonya dışında ilk kez nasıl yorumlandığı konusunda çok ilgi çekicidir.” saptamasını yapıyordu. Geriye dönerek bakacak olursak: Edo dönemi Haiku’nun ustası kabul edilen Matsuo Başo’nun Tanka geleneği içinde yer alan Hokku’ya (Başlangıç Şiiri) kazandırdığı saygı ve edebi değerlerin, ileri dönemde Haiku’nun bağımsızlığını kazanmasında önemli bir etken olduğunu görürüz. Bağımsızlığına kavuşan üç dizelik Haiku’nun 5-7-5 heceli yapısı; ilk ya da ikinci dize sonundaki kesmeyle duraklaması; içinde mevsim çağrışımını vermesi; doğadan veya anlık bir duygudan izler taşıması gibi olmazsa olmazlarıyla bugün tüm dünyada ilgi çeken, duru, kısa şiir türü olarak edebiyat dünyasındaki varlığını sürdürmektedir.


Haiku Yazmak



  Haiku şairlerinin en büyüğü kabul edilen Matsuo Başo, 1644/1694 yılları arasında yaşamış. Haiku’yu biçim ve anlam yönünden zenginleştiren, Zen Budizm ruhuyla yoğurarak sanatsal bir tür haline getiren Başo’nun asıl adı Matsuo Munefusa’dır. Şair, ülkesi Japonya’da olanak buldukça, Fukagava’daki muz ağacı yapraklarından yapılma kulübesine çekilip orda doğayla baş başa kalıyordu. Bu kulübeyle bütünleşen şairin, bir tür muz ağacının da (Meyve vermeyen) adı olan “Başo” sözcüğü, “Mahlası” olacak ve o günden sonra edebiyat tarihine Matsuo Başo olarak geçecektir. Başo, şiirlerinde: Dünyanın anlamını, şiirinin yalın düzeni içine sığdırmaya, küçük şeylerde saklı umutları açığa vurmaya ve tüm nesnelerin birbiriyle ilişki içinde olduğunu göstermeye çalıştı. Başo’nun şiirini tanımlamak için: “Yaşlı, solgun ve göze batmayan şeylere duyulan sevgi” anlamına gelen “Sabi” sözcüğü kullanılır. Şair, çevirisini Coşkun Yerli’nin yaptığı Kuzeye Giden İnce Yol (Yapı Kredi Yayınları) adlı kitabında iyi bir şiir için bakın ne öneriyor: “ En önemli şey, doğru anlayıştır. Anladığımızı, gündelik yaşantımıza yöneltip, güzelliğin gerçeğini orda aramaktır. Yaptığımız şeyle, şiir demek olan sonsuz benliğimizin mutlaka bir ilişkisi vardır. Çam ağacını öğrenmek istiyorsanız çam ağacına, bambuyu öğrenmek istiyorsanız bambuya gidin. Ve bunu böyle yaparken kendi kanılarınızı bir kenara bırakmalısınız. Yoksa kendi kendinizi koşullandırır ve öğrenemezsiniz. Konunuz ve siz bir olduğunuz zaman şiiriniz de kendiliğinden oluşacaktır. Yani, konunuzda gizli pırıltılar ararken derin derin daldığınız bir zaman! Şiiriniz ne denli güzel söylenmiş olursa olsun, duygularınız doğal değilse -konunuz ve siz ayrı düşünüyorsanız- şiiriniz gerçek şiir değil, yapmacık olacaktır!” Yine Coşkun Yerli’nin çevirisiyle Şigehisa Kuriyama’da, “Haiku Yazmak” başlıklı yazısında: “Haiku dünyasında görünüm, insanlar eşyalar ve olaylar, yalnızca doğanın gelip geçen akışındaki ritimle algılanabilir, anlamlarına kavuşabilir.” diyor. Doğayla uyumlu bir yaşamı önceleyen Japon kültüründe İnsan” bencil olmayan doğanın içinde bir varlıktır. Çiçeği koparsanız da kokusunu sizden esirgemez, ağacı kesseniz de son meyvesini yine de size uzatır.


Başo / Şiir-Haiku


  Oruç Aruoba, “Ne / Otuz Altı Tanzaku” adlı “Tanzaku” biçimli Haiku kitabında : “Haiku, anavatanında, ince uzun kâğıt parçalarının üzerine yazılırdı. Bu kâğıtlara: ‘Tanzaku’ adı verilirdi. Haijin de (Haiku yazarı) Tanzaku üzerine bazen Haiku’yla ilgili çizimler (Haiga) yapardı.” diyor. Aruoba, Haiku’yla ilgili bir başka başucu kitabı Başo Kelebek Düşleri’nde (Metis Yayınları) bizi, Matsuo Başo’nun Şiir-Haiku anlayışının derinliklerine götürüyor: Fuga: Şairin yapıtında görülen incelmişlik. Furyu: Şairin yapıtı ile yaşamına ortak olan incelmiş beğeni. Fukyo: Çılgınlık. Sıradan yaklaşımların önemsediklerini önemsememek. Wabi: Yetinmek, küçük şeylerin güzelliğine vararak yaşamak. (Bu ilke ülke kültüründeki “Çay Seramonisi”nin temelinde yatan etik-estetik ilkedir.) Hie: Soğuk, buzsuz; duygulardan olabildiğince geri çekilmek. (Özellikle No oyuncularının ilkesi olmuş.) Karabi: Kuruluk, gösterişsiz, yalınkat güzellik. Yase: Tükenmişlik. İnce ve kırılgan olanın güzelliği. Şibumi: Görkemsiz, azla yetinen “buruk tadlı” güzellik. Yojo: Bir duyguyu doğrudan iletmeksizin sezdirme amaçlı yazma yöntemi. Yugen: Gizli, örtük. Sabi: Yalnızlık. (Başo ve okulunun temel ilkesi.) Kişi, düşünsel dinginliğine, huzura, ancak bütünüyle kişiliksiz, kendiliksiz olarak, kocaman evrenin, kişiye aldırmayan kayıtsız bütünlüğüne girmekle, onun içinde erimekle ulaşabilir. Sabi Haiku’ya renk verendir. Şiori: Sevecenlik. Karumi: Hafiflik. Basit ve yalın şeyleri konu edinmek.  Tüm bunlar “Haiku” adlı buz dağının görünen kısmı. Haiku, duyarlılığıyla kendine her alanda tema bulabilir. Görkemli, incelikli temaların yanı sıra çok önemsiz gibi görünen şeylerle de ( salyangoz, ıslanan korkuluk, sudaki kurbağa vb.) ilgilenir. Bir iki ipucunun yardımıyla düş gücünü hareketlendiren, gündelik yaşamdan imgelere, seslere, durumlara yönelir. Şigehisa Kuriyama, başarılı bir Haiku için: “basit şeylerin çekiciliğini, derin anlamlarını açığa çıkararak içimizde hayranlık ve yenilenme duyguları  uyandırır.” diyor. Haiku, 5-7-5 hecelik üç dizeden oluşurken içinde mevsim izleği taşımanın yanı sıra yapısındaki kesme tekniğiyle de (Bir ya da ikinci dize sonunda duraklama.) şiiri iki parçaya ayırarak okuyucuyu imgeleminde birbirinden ayrılan dizeleri ilişkilendirmeye zorlar. Kesme tekniği ile ikiye ayrılan şiirde ilk bölüm ikinci bölümün, ikinci bölümde ilk bölümün algılanmasında katkıda bulunmalı. İmgesel uzaklık bakımından birbirlerine pek yakın olmayan bu iki düşünce arasındaki şiirsel çağrıyı sezmek, anlamak Haiku’nun özüdür. Bir diğer önemli öge, Haiku’da bulunması gereken mevsim izleği. (Kidai) Şiirin kurgulandığı mevsimi bildiren sözcük. (Kigo) Kelebek, baharı; sivrisinek, yaz gününü imler…



Cevat Çapan’ın çevirisiyle Matsuo Başo, Taniguçi Buson, Kobayashi İssa

Masaoka Şiki’den örnekler

BAŞO                                          BAŞO                                        BUSON
uyan! uyan! benim gelen,                   kala kala                              birden bir ürperme-
    bana arkadaşlık edesin diye –            kuruyan otlar kalmış           odamda ölmüş karımın
    uyuyan kelebek.                                 askerin düşlerinden.           ayağıma takılan tarağı.


       İSSA                                                   ŞİKİ                                        ŞİKİ
                         çekirge!                                       pempeler arasında                    bir dağ köyü-
    ben gidince,                            uçup duran beyaz kelebek-      yığılan karların altında-
göz kulak ol mezarıma.                kim bilir kimin ruhu!               akan suyun sesi.

Tokorode

(Bu arada!)



  Türk şairlerinin Haiku’ya ilgisinden, 1930’lardan başlayarak söz edeceğim. Ancak, önce zamanı ileriye alarak, 1990’lı yılların sonunda Enis Batur, Issız Dönme Dolap İçbükeyler adlı kitabında: “… kişinin iyi bir Haiku yazabilmesi için, oturduğu evden dinlediği müziğe, kullandığı silahtan yüzyılların doğurduğu ekonomiye kadar nerdeyse Japon olması gerektiğini” söyleyecektir. Enis Batur’un bu düşüncesinden demir alarak Haiku’nun vatanına; Japon kültürünün köklerini anlama,  şiirini anlamlandırma bağlamında, kültür sanat tarihine Haiku rüzgârlarını da yanımıza alarak yelken açalım istiyorum.



Konnichiwa Dai Nihon

(Merhaba Büyük Doğan Güneş)



 Roland Barthes Japonya için: “Göstergeler İmparatorluğu” diyor. Feodal geleneğiyle Japonya tarihine gözucuyla baktığımızda M.Ö. 300 yıllarının izlerini buluruz. M.S. 500’lerde Budizm’in gelmesi; yüzyıllar ırmağında Nara, Heian, Kamakura dönemleri ve Zen mezhebiyle tanışılması; Muromachi döneminde Portekizlilerin Japonlara ateşli silahları ve Hristiyanlığı tanıtması; Edo dönemiyle boy veren Şogun hareketi ve Japonya’nın dünyadan izolasyonu; 1800’lerin ikinci yarısıyla başlayan Meiji restorasyonuyla Batılılaşma hareketi; 1989’lara kadar süren Showa dönemi… Ve günümüz. (…) Hiroşima, Nagazaki’de yaşanan felaket! Nazım’ın çığlığıyla: “kapıları çalan benim / kapıları birer birer…” Kendi küllerinden yeniden doğan, doğarken de içindeki nefreti bastıran, birlikteliği önceleyen, uyumlu, itaatkâr, saygılı, yepyeni bir ülke kimliğiyle 21. yy. Japonya’sı.



Meiji Restorasyonu / Seppuku



 Yazı ırmağındaki amaç: Japonya tarihini dert edinmek değilse de kınından çekilen Samurai ruhunu, kültür-sanat, edebiyat, şiir izlerini ” Hokku - Haiku - Haikai ” tadında anlamamıza, anlamlandırmamıza yardımcı olmaktır. Zamanın sağaltıcı kollarından izlediğimizde Çin uygarlığını ve dilini eksen alan Japonya, Meiji restorasyonuyla bir yandan “Batılılaşma” eylemini sürdürürken diğer yandan kendi gelenek ve kültürlerini koruma ve geliştirme duyarlılığını da ortaya koyar. Japon toplumunun Batı unsurlarıyla güncelleştirilmesi sürecinde tematik bağlamda: Değişen toplum, kültür çatışmaları, insan ilişkilerindeki yabancılaşma vb. çağdaş Japon edebiyatının gelişmesinde özel bir yer tutar. Sanayileşme ve emperyalist bir güçle çalışma çatısı altında Batılılaşan Doğulu öznede, II. Dünya Savaşı sonuna kadar 20.yy.ın önemli imparatorluklarından biri olma hayalinin yarattığı milliyetçi militarist tutum ve yayılmacılıkla parlamenter demokrasinin çatışması, sanayileşmenin getirdiği sosyal maliyet, savaş ve atom bombasının etkileri: Japon edebiyatının arka planını belirginleştirmiştir. Anılan süreç ve sonraları, Batı restorasyonuna, “Modernite” sorunları tartışan bir kimlik çerçevesiyle birey üzerinde yaratacağı derin kültür yaralarına, eleştirel şüpheyle yaklaşan düşünür ve edebiyatçılar da olmuştur. Batılılaşmanın bireyde yarattığı özgürlüğün anlık sevinci, sonraları, bedel olarak ödenmesi gereken büyük bir yalnızlığa dönüşebilirdi! Bu şüpheyle, Japonya’nın 1970 yılının Kasım ayını gösteren yakın geçmişine baktığımızda: Yukio Mişima ve dört arkadaşının gerçekleştirdikleri, başkent Tokyo yakınındaki “Ichigaya” askeri kamp baskını, Japon ruhunu korumak; Batılı değerler ölçeğinde silahlanmayı yasaklayan anayasayı suçlayan konuşması; bir Batılı için yabanıl sayılacak Seppuku; (Samuray tarafından uygulanan harakiri) geleneğe uygun olarak da yoldaşı tarafından kafasının oracıkta kesilmesi, Batılı gözüyle anlaşılması zor bir durumdu. Kimliği, edebi duruşu ve itirazıyla Mişima, bir yandan tanıdığı “Batı kültürü ve Batılılaşmış Japon Değerleri” diğer yandan sıkı sıkıya bağlı olduğu Japonya’nın “Samurai Geleneği” arasındaki gelgitlerle savrulmuştu. Bir Maskenin İtirafları, Bereket Denizi, Yaz Ortasında Ölüm, Dalgaların Sesi, Denizi Yitiren Denizci gibi yapıtlarında Batılılaşma ile Japonya’nın geleneksel değerlerinin çatışmasını işlemiş, ülkesinin geleneksel değerlerine karşın Batılılaşma hareketine duyduğu tepki onu yalnızlığa, yapıtlarındaki inceliğin aksine Seppuku gibi Batılı gözüyle yabanıl bir sona götürmüştü. Mişima’nın, bir tür politik bildiri  taşıyan Seppuku ya da yabanıl sonu: Uğruna başını koyduğu Japonya’nın, onurlu “Samurai” ruhunu taşıyan halkının, önemli bir geçmişe sahip olan savaş sanatları alanındaki tarihi ve kültürüdür.



Daito-Katana ve Dişil Japonya



  Hande Öğüt’ün, “Samurai” ruhunu, tarihi ve kültürünü göz önünde tutarak izini sürdüğü ve anlattığı Japon edebiyatı, sahne sanatları ve sinematografik yapıda: Sadizm, işkence, intihar, mazoşizm sıkça göze çarpmaktadır. Gündelik pratikte kibar, saygılı ve itaatkâr olan, grup ideallerini, uyumu önceleyen Japon halkının perde arkasındaki şiddet ilişkileri: Batılılaşmanın ötesine geçmek ve geleneksel değerleriyle Öz’e ulaşmak, bu yolla Japon olmanın anlamını bireysel anlamda vurgulamak, öz değerlerin devamlılığı alanında iletişim kurmak şeklindedir. Ölümü bir arınma ritüeli çerçevesine oturtan düşünce, Batılılaşmanın bireyde yarattığı özgürlük ve anlık sevincin, sonraları bedel olarak ödenmesi gereken “Yalnızlığa” dönüşmesiyle artan kirliliğin, Samurai ruhundan arındırılması, saflaştırılmasıdır da. Daito-Katana’nın (Samuray Kılıcı) gölgesinde böylesine kanlı, savaşçı, feodal yapıya karşın, ülkenin dişil yanını simgeleyen İkebana, Geyşalık Kurumu, Haiku, Seramik ve Çay Töreni sanatlarının, Batılılaşma değerleriyle bireyin ötekileştiği yalnızlığında ikincil plana sıkıştırıldığı da ileri sürülen görüşler arasındadır.



Feodal Ruhun Şiir İzleri



  Arkaik dönem olarak söz edilebilecek Yamato döneminden başlayarak tarihsel süreç içinde günümüze iz bırakan şiir hareketleriyle yazı ırmağında yol alırsak, bu dönemde komşu Kore’den gelen “Çin Yazını” ve aynı yoldan etkilendiği “Budizm” dışa kapalı bir yaşam süren Japon halkına, Çin uygarlığından tutulan yol gösterici bir ışık gibidir. Şiirin altın çağı olarak kabul edilen Nara dönemindeyse Japon Şiiri estetik çaba, duru bir dil, ince ve içten sezişlerle kendini yaratmıştır. Man’yo-shu klasik şiirde altın devir sayılan bu dönemin eseridir. Heian dönemine ilerlediğimizde saray ve saraya yakın ailelerin sakin ve lüks bir yaşam varlığı hissedilmektedir. Devrin önemli sanatçıları da onlar arasından yükselmekteydi. Kyoto, o günkü adıyla Heiankyo’da Ortaçağ Avrupası’nda düşlenemeyecek boyuttaki bu sanatsal yükselişle şiir daha gerçekçi ve çağını, içtenlik, güzelliğin çizgileriyle sarmaktadır. Bu ince ve ustalıklı yazında Kadın ruhunun üstün egemenliği görülürken (saray kadınları, nedimeler ve yakınları.) aynı zamanda onların elinde ve kaleminde Japon dilinin gelişmesine de tanık oluruz. Feodal ruhun gezindiği topraklarda erkekler, bilim dili olarak Çinceyi kullanırlarken, sözü edilen saray kadınları da şiir dilinin işlevselliğini geliştirerek saygın bir ruha ulaştırmışlardır. Bu arada, Heian devri son bulmadan hemen önce ressam Toba Sojo da tüm dünyaya “Karikatür” sanatını tanıtmaktadır. En az çizgiyle en çok şeyi, en az sözcükle yüklü anlam ve etkiyi yakalama çabaları Çin’de olduğu gibi Japon resim ve şiir sanatlarının da kardeşlik bağlarıdır. Kamakura devrinin Güneş İmparatorluğu’nda kendini iyiden iyiye hissettirmesiyle, Heian döneminde, özellikle Japon edebi dilinde önemli gelişmelere aracılık eden kadınlar egemenliği, Şogun hareketinin gölgesinde kalır. Savaşçı orta sınıfın ülke idaresindeki etkinliği, askerin yetki gücünün artması, imparatorun hizmetinde görünen Şogunların ülke idaresindeki etkin varlığı, aydın sınıfın içe dönük, gerçekçi ve üniformaya bağlı bir yaşam sürmesine neden olmuş; edebi alandaysa edebiyat ve onun şiir disiplini, taklitçi, öğretici, öğütleyici bir noktaya çekilmiştir. Elbette ki izini sürdüğümüz konuda farklı bir pencereyi aralarsak, yukarıda anılan dönemin etkisiyle sanat ve edebiyat ürünleri, döneme damgasını vuran militarist toplumun duygu ve düşüncelerine tanıklık etmesi bağlamında önemli örnekler oluşturmuşlardır. Sonraları, imparatorluk ailesinin ikiye bölüneceği Muromachi devrinde, resim sanatındaki ilerleme ve “No Tiyatrosu” nun doğuşundan başka kültür-sanat yaşamında durgunluk ve karanlık bir dönem, tarihteki yerini alacaktır.


Ânı Durdurmak ya da Haiku



 1600 ve sonrasını izleyen yıllar “Barış” dönemi olarak da adlandırılan “Edo” devridir. Edo’nun başkent olmasıyla ilerleyen yenilenme hareketi her alanda ülkeyi güçlendiren geliştiren büyüten bir dönemdir. Edo ya da bugün bilinen adıyla Tokyo, ülkenin başkenti konumundadır. Bu dönemde sanat, edebiyat, özellikle şiir gözle görülür gelişmeler kaydetmiştir. Kadın egemen Heian devri şiirinin yumuşak, içtenlikli biçimi halkın sesini yansıtan etkin bir yoldadır. Müzik, dans eşliğindeki “Kabuki” tiyatrosu dönemin önemli simgesi konumuna gelmiştir. Edebi dildeki ısrarıyla, kültür sanattaki Çin etkisine tepki olarak ortaya çıkan milliyetçi şairler doğmuş, Rakkosen ya da Haikai’nin Altı Ustası olarak da anılan, kendi tanımıyla arınma, incelme insanı olan Matsuo Başo ve arkadaşları, şaşırtıcı, özgün, Haiku’lara imza atmışlardır. Az önce sözünü ettiğimiz gibi: İnsan ve doğa sevgisi üzerine kurulu, bireyi düşünmeye, sorgulamaya, algılama ve saptamalar yapmaya savuran kısa şiirlerdir bunlar. Japon dilinin az sözle çok şey anlatabilen yapısı, bir tohum gibi şiirde sayısız filizler verebilme gücüne sahiptir. Özgün olmayı bencil olmakla bir tutan; o düşünceden uzaklaşarak dünya görüşünü Zen’le birleştiren; Louis Borges’in de dillendirdiği gibi: “…bir anı durdurmakla, sabitlemekle…” ilgili Japon şiir görüşü; duyguların en güçlüsü olarak sevginin de şiirde baş tacı edilmesiyle Haiku: Bir sevgi şiiri olmasının yanı sıra doğayı da merkeze alır. Başo, o güne kadar eğlence aracı niteliğinde olan Haiku’yu, edebi ve sanatsal değerler bütünü içine alarak günümüze ulaşmasına öncülük etmiştir. Sözü edilen kısa şiirleri “Haiku” adıyla anacak ilk şair Başo değil ondan çok sonra gelecek olan Masaoka Şiki’dir. Başo’yu izleyen Buson, İssa, gibi şairler Jettetsu Okulu’nu kurarak simgeci, izlenimci şiirlerle Japon edebiyatına yeni bir soluk yeni bir ses getirmişlerdir. Sözcüklerin yarattığı rüzgârla şiir eylemindeki yapı kurma işinin yanında kurulanın ritim ve ezgiseli de girişilen işin doğal bir parçası halindedir. Altayik diller kümesinde yer alan Japon dilinde bir sözcüğün açık heceyle bitiyor olması, dilin tınısını ezgisel anlamda etkilemekte. Denis Theriault’un Postacının Aşkı kitabında: “Görsel sembollerle fonetiği birleştiren Japon harfleri Haiku’nun derinliğine derinlik katar.” diyor. Kulağa hoş fısıltılar halinde ulaşan bu dili, feodal dönemin Samurai ruhunu içinde taşıyan ve günümüzde Batılılaşma süreci içinde de özünü koruma şüpheciliğiyle dillenen Japon erkeğinden dinlediğimizde: Kınından ayrılmış, keskin ve parlayan ağzıyla kulağa yanaşan bir kılıç kadar sert ve keskin olabileceği, oysa eş olabilmenin verdiği sorumluluğun yanı sıra toplumsal alandaki itaatkar tutum ve duruşu ile Japon kadının sesinde aynı dilin: Ezgiselliğin, renk ve uyumun huzur bulduğu noktada bir Haiku tadına dönüşebildiğinin ayrımına varırız.



İsyanın Korkusuzluğunda Günümüz



  Tapınaklar ülkesi olan Japonya’da kalabalık insan topluluğundan uzaklaşıp dağ yamaçlarına yerleşen tapınaklar yalnızca birer tapınak değil aynı zamanda sanat ve edebiyat merkezleri, şair, bilgin yuvaları olmuştur. Yine tarihsel süreçte ana hatlarıyla iz sürdüğümüz Japonya’da kan oluk oluk akarken, savaş teması, şiirde neredeyse yer bulmaz! O, kaçınılması gereken bir afettir. Bir savaş sahnesi dizelere dökülecekse de onlarca kişinin can verdiği ovada esen rüzgârın hürmetinden söz edildiğini okuruz. Şiirin merkezine aldığı doğa düşündürücüdür ve insan da onun ayrılmaz bir parçasıdır. Doğadaki tüm sesler onu ilgilendirir. Rüzgârın saygıyla söylediği şarkılar, kuşun içtenlikli seslenişi, dalından düşen sarı yaprağın gürültüsü Japon şiirinin ilgi alanlarıdır. Edo dönemini izleyen “Çağdaş” dönemde karşımıza çıkan Meiji, Taisho ve Showa kuşaklarında Japon aydınları, tanıştıkları Avrupa ve Amerika yoluyla Batı kültür ve edebi değerlerini ülkelerine taşıdılar. 19. yy. ortalarına geldiğimizde Japon şiirinde Avrupa etkisi iyiden iyiye hissedilirken, Batının taşıdığı maddeci ruhsa geleneklerine sıkı sıkıya bağlı Japon halkının yaşamını zorlamaya başlar. Showa kuşağıyla Eliot karamsarlığına yakın duran içe dönük şiirler yazılırsa da  komünist şair Shigeharu gerçekçi ve eylemci ürünler verir. Dünya görüşü çağdaş Japon şiirinde karamsarlaşırken, küreselleşen, tek tipleşerek büyük yalnızlığa sürüklenen insanın yeni yaşam biçimi ve etkileri, hiçlik duygusu, bıkkınlık, tüketim ve eşyanın tatminsizliği vb. anılan karamsarlığın izlerini günden güne belirginleştirmektedir. Atom bombasını beklediği dizelerinde şair, isyanın korkusuzluğunu yüreğinde taşırken, savaşın yaralarını, sürrealist düşüncenin, insanlık sevgisinin gücüyle sarmaya çalışır. Kaçınılmaz sona karşın Japon şiirinin geldiği noktada doğa, merkezde yerini kaybetmezken, insan ve düşleri, Samurai ruhunu taşımaya devam eden çağdaş Japon şiirinde de ön plandaki yerini korumaktadır.


Sarinagara

( ama yine de…)



  Haiku tarihindeki iki önemli isim, Matsuo Başo ve Kobayashi İssa’dan iki Haiku’yla susmanın ötesine gidelim. İlki, Matsuo Başo’nun seyahatnamelerinde yer verdiği en bilinen şiiri:
  
“Her yer öyle sessiz ki / kayaları deliyor / ağustosböceğinin sesi.”
 
  Başo’dan sonra Haiku’nun o ince sezişlerini bize sunan Kobayashi İssa’ya kulak verdiğimizdeyse: İssa, eşinin, ölen kızlarının bedenine sarılmış, hıçkırıklar içinde ağlamasına tanıklık etmektedir. Acıyı paylaşsa da gözyaşlarının faydasızlığıyla İssa: “çiyden dünya / çiyden bir dünya bu / ama yine de yine de… tsuyu no yo va/ tsuyu no yo nagara/ sarinagara Haiku’suyla yüreğine çöken ölümü Samurai ruhuyla karşılıyor.


Kyoto’dan İstanbul’a

Kısa Haiku Kısa



 Haiku’nun ülkemizde filizlenmesinin izlerini, Mehmet Can Doğan’ın “Haiku: Fantezi Değil, Gerçek” başlıklı yazısından sürüyoruz. 1931’de Avrupa’dan gelen Mehmet Raif’in Haiku adını verdiği ve Fikret Adil’in çıkardığı Artist dergisinde yayımladığı Haykay’lara rastlasa da Nurullah Ataç, 1930’ların ikinci yarısında Garip Şiiri ile Haiku arasında benzerlikler kurarak dikkatleri Orhan Veli’nin şiirlerinde toplayacaktır. Garip ile Haiku, kısalık, yalınlık, gündelik dilin ve konuların kullanılması gibi özellikleriyle birbirlerine yakın duruyorlardı. Orhan Veli’nin, Haiku’nun: ‘5-7-5 / ne söyleyeceksen 17 nefeste söyle!’ kuralını uygulayarak yazdığı şiirler de yerli Haiku adına edebiyatımızda seçkin bir örnek oluşturdu.



“ Yosun kokusu / Ve bir tabak karides / Sandıkburnu’nda”

***

“ Gemliğe doğru / Denizi göreceksin / Sakın şaşırma”

    

  Edebiyatımızda Haiku’ya ilgi, sözü edildiği gibi 1930’larda Garip Şiiri’yle başlasa da zamanla şiirimizin yelkenlerini farklı biçem rüzgârları dolduracak, şairler bambaşka kıyılara, şiir anlayışlarına ulaşacaklardır. Yine de şiirin o farklı kıyılarında, o günlerdeki Haiku çeviri esintileri de pek çok şairimize ulaşacak, onlar da kurallı ya da kuralsız, karınca kararınca, Haiku’ların peşine düşeceklerdir. Yazımıza da eşlik eden eden L. Sami Akalın’ın, Varlık Yayınları’ndan çıkan Japon Şiiri (1962) adlı tarih ve antoloji kitabı da Haiku’nun anavatanındaki filizlenişi ve gelişimini izlemek açısından Türk şair ve şiir severler için bir başvuru kitabı niteliğinde olmuştur. Ayrıca, Sabahattin Eyüboğlu’nun, Cevap Çapan’ın Haiku’nun ustaları Matsuo Başo, Taniguçi Buson, Kobayashi İssa  Masaoka Şiki’den ve daha pek çok Haijin’den (Haiku şairi) çevirileri, edebiyatımızda önemli örnekler olmuştur. Sonraları, 1993’te Oruç Aruoba, Stryk’ın derleme çevirisi aracılığıyla Haiku’nun ustası kabul edilen Matsuo Başo’yla tanışacak, kalemi gıcıklanacak; Varlık Yayınları’ndan önce Başo-Haiku (1993) sonra da Ne Ki Hiç Haiku (1996 Oruç Aruoba) kitapları gelecek; yeni kuşaklara Haiku heyecanını aşılayacaktır. (Aruoba, bu iki kitabından sonra, Başo-Haiku kitabının genişletilmiş ve yeniden düzenlenmiş şeklini Başo-Kelebek Düşleri (Metis 2008) adıyla yeniden yayımlayacaktır.)  Ancak tüm bunlardan önce Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Cevat Çapan, Ahmet Necdet, Coşkun Yerli, İhsan Üren, Güven Turan, Gültekin Emre, Numan Baranus, Sina Akyol, gibi şairler Haiku tadındaki esintileri kitaplarına zaten taşımışlardı. Haiku ile tanışır tanışmaz kalemi gıcıklanan Oruç Aruoba, yukarıda sözünü ettiğim Başo-Haiku çevirisi ile kendi Haiku’larını yayımladıktan sonra pek çok yeni kalemin de gıcıklanmasına neden olur. Kadir Aydemir, Gökçenur Ç. Melisa Gürpınar, Serdar Ünver, Adil İzci, Hakan Cem, Turgay Kantürk, Pelin Özer, Yelda Karataş ( 2007 Japonya Uluslar arası 10. Mainichi Haiku Büyük Ödülü sahibi) İsmail Uyaroğlu, Erol Özyiğit, bunlardan bazıları...  



 Önceden sözünü ettiğim gibi, 1990’lı yılların sonunda Enis Batur’un, Issız Dönme Dolap İçbükeyler adlı kitabında yazdığı: “kişinin iyi bir Haiku yazabilmesi için; oturduğu evden dinlediği müziğe, kullandığı silahtan yüzyılların doğurduğu ekonomiye kadar neredeyse Japon olması gerektiği” görüşüne paralel pek çok şair de kitaplarında Haiku anlayışıyla yer verdikleri şiirlerini: “Haiku Hayranlıkları / Haiku Gibi / Haikuca / Alçak Gönüllü Hai-kai’ler / Haiku Tadında” gibi başlıklarla seslendireceklerdir.  Bu tanımlamalara karşın yine de pek çok şairimiz, Japon şairlerini aratmayacak Haiku’lar da yazdılar. Örnekle Yelda Karataş. Yazmakla kalmayıp, Japonya’nın 2007 Uluslararası 10. Mainichi Haiku Büyük Ödülü’nü de aldı:



"Ölüme ne kadar yakın / Unutulmaz çocukluğumun / Ağır çiçekli ıhlamur ağacı"



 Seçici Kurul üyesi Profesör Dr. Toru Haga’nın, Karataş’ın Haiku’su için yaptığı açıklama, Enis Batur’un kabul gören saptamasının yanında, Haiku’da, yeryüzü coğrafyasındaki şairlerin ortak kültürünün ya da kimliğinin ‘doğa’ olduğunun bilincini de imliyordu. Dr. Haga: “ Sayın Karataş, Heian dönemi şairlerinin yazdığı gibi uzun zaman önce birileri tarafından giyilen bir gömleğin yenine sinmiş parfüm kokusunu değil, çiçekler açtığında ağaçların arasında oyun oynadığımız o masum günleri anımsatıyor.  Onunki acı veren ve hüzünlü ama bir o kadar da güzel bir Haiku” diyecektir.



Haiku Çocukları



  Ülkemizdeki Haiku serüveninin, çocuklarla ilgili gözlerden kaçan iki heyecan verici olayı da var. İlki İstanbul’da, Dr. Tevfik Sağlam İlköğretim Okulu’nda. 4/C sınıf öğretmeni Şengül Karaca, sınıfıyla kotardığı ve Can Yayınları’nca yayımlanan (2011) Haiku kitabında anlatıyor. Öğrencileriyle, Orhan Veli’nin: “gemliğe doğru / denizi göreceksin / sakın şaşırma” Haiku kurallarını gözeterek yazdığı bu şiirinden yola çıkarak, sınıfta: “Göster ama söyleme!” diyaloğunu yaratmışlar. Bu diyalog, çocukların Haiku aracılığıyla sıradan olaylar içinde bir “an” yakalamaları ve öğrenme biçimlerini etkilemiş. Şengül Karaca kitapta, ses, hece, kelime kavramlarını karıştıran ve öğrenme zorluğu çeken çocuklarda Haiku’nun kavramada etkili bir yönteme dönüştüğünün de altını çiziyor. Öğrencilerin yazdıkları Haiku’lardan oluşan kitabın sonunda, onların Haiku için düşünceleri de yer almış. Kimisi:Haiku bana anlamayı, dinlemeyi, bilgi geliştirmeyi, insanlarla iletişimi kazandırdı” derken, kimisi de: “Haiku sayesinde artık kuvvetli düşünüyor ve algılıyorum. Haiku bana sevinmeyi ve mutlu olmayı öğretti” diyordu. Gözde Esen adlı  öğrencinin kitapta yer alan bir Haiku’su:



Yağmur damladı

Çatının üzerine-

Kış gecesinde!



  İkinci heyecansa bir Haiku atölyesi. 2013 Mayıs ayında Bursa Nilüfer Belediyesi Nazım Hikmet Kültürevi Şiir Kütüphanesi’nde gerçekleşen “Haiku” başlıklı söyleşi öncesi, iki gün süren bu atölyede: Sina Akyol, ben ve Gültekin Emre öğretim kurumlarından gelen çocuklarla buluşmuş, Haiku yapısını onlarla paylaştıktan sonra onlardan, önce iki dize, sonra tek dize vererek Haiku’ya evrilmelerini istemiştik...  5-7-5 heyecanıyla geçen iki günün sonunda, Bursa İnkaya/Ulu Çınar’ın eteklerindeki çocuklar, parmak hesabının da mutluluğuyla (Go-Schici-Go) kendi Haiku’larını yazmışlardı.



Pek çok Haiku’dan  üç tanesi:

         Ölüm geliyor-                                        Kar yağıyordu                         Gökte yüzen

     ıslak toprak kokusu                               Dışarıda soğuk soğuk-          Bir balık türüdür 

   Sonsuz uykuda.                                    Çocuk oynuyor!                          Kuşlar.



(Emre Satı 7. Sınıf)                               (Ulaş Salgın 2.sınıf)                   (Eylül Sude 5.Sınıf)
 

  

İşte, böylesine haylaz bir çocuktur “Haiku!”

Kaleminiz, Aruoba’nın kalemi gibi gıcıklanırsa vay halinize!



(…)



Son Söz Diye



Başo’nun, ruhunu Zen Budizm’le yoğurduğu Haiku, az sözle anlam katmanları oluştururken günümüzde de insana dokunmaya devam ediyor. Kalabalıklar arasında yalnızlaşan bireyin kendiyle dopdolu bedeni,  boğulduğu yoğunluğun içinde yüzüyor…



Okyanustan habersiz / Bir balık gibi / Zamanın içinde insan!