Adı,
sonsuzluk katına mühürlenmiş bir bilinmez, kendini yenilemeler kültürü. Öfkeli,
kimi zaman sakin, bilge edasıyla kıyımıza uzanan, yalnızlığımıza sinen, ıslatan;
hüznün, duygusal kırılmaların ezgilerini, derininde dizelerini barındıran alıp
başını gitmeler; o büyük yalnızlık, batık gemiler yalnızlığı; yok zamanda
yankılanan bilge ses… Bir ömür şiir cehenneminde boğuşan Melih Cevdet Anday:“Yalnızlıktır denizin yasası” diyecektir!
Kıyısızlığını, ulaşılmazlığını görerek. Kıyı. Karaya ait olan! Onun elinde
büyümüş ve yine orada yok edilmiştir. Sarhoş bir gemi gibi yaşanmalı deniz… O, var
olma kavgasıdır, yaşam savaşının verildiği derinler, dip sulardır. Trajik olduğu
kadar kışkırtıcıdır da. Saflığı, temizliği, köpükten incecik elleri… Bu
yüzdendir, kalem tutan elin sevgisini, sevgilisini onunla anması. Tanımalı! Dalgaları:
Sevgilinin saçları; köpükten coşkular kuşanmış, pul pul renkler giyinmiş
balıkların dikenleri: Elleri! Gözlerinden açık denizlere çıkılan sevgili… Deniz:
İyiliğin atıldığı yer; göğün kardeşi: Mavisi mavi - ki mavi kuşun uçtuğu
renktir! - grisi gridir. Gök defterin resmi karardı mı o da kararır, kararmakla
kalmaz, köpürür, kudurur. Baş edilmez güç! Hasrettir. Kavuşmaların olduğu
kadar, ayrılıkların, dönüşlerin olamadığıdır da! Ufuk çizgisine ötelenen gemilerin, balıkçı teknelerinin
ardındaki sabırsız bekleyişleri, kaygıyı, ölümü, göz yaşlarını taşır
maviliğinde… yaşlı balıkçı/yüreğinde
deniz var/martılarla dön! Doğaya saygıyı, hürmet sahibi olan denizden öğreniriz,
onu dikkate almayı, azla yetinmeyi, hele ki insanın insana ihtiyacını! Çekilen
ağların türküsü yankılanır uzak kıyılarda: Heyamola. Yosunları, kumu, çakılı,
gelgitleri, martıları, yakamozları… Bereketin cömert ellerinde yüzer durur
çinekoplar, barbunlar, lüferler… ağlar
toplanmış. / balıkçının kedisi / sofrayı kurmuş. Kendi sınırında, kıyısında,
balıkçıların ağlarını dört gözle bekleyen, denizin, kıyıların can dostları,
onun ağlara takılan bereketine ortak olan tekirleri, sarmanları, arapları ne
yapmalı nereye koymalı? Ya Butimar kuşu!? O, denizi bekler, hani teknelerin
ardındaki o sabırsız bekleyiş vardı ya! Kaygıyla bekler. Deniz kadar sessiz, hiç
su içmez. İçerse deniz suyunun biteceğine inanır. Sonrası: Sakaların, serçelerin,
kertenkelelerin gözlerinde yamanmış, denizin yalnızlığıyla bir kenara öylece bırakılmış
ağlar, demli çayların martı keyfi yudumuyla oynanan aznif, içildikçe içilen
cigaralar…
(…)
Kaptanların
en büyük özlemi açık denizlerdir. Bu yüzdendir deniz fenerlerinin bekleyişi, eteklerinde
öreke taşları, yüzyıllardır gözlerinin üzerimizde oluşu… Orhan Veli’nin: Deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola… / şu
ada senin bu ada benim… dizelerinde şarabın kutsadığı kadim gemilerin;
romun coşturduğu, cesaret kuşandırdığı, kapana kısılmış gemicilerin haritalarda
izini sürdüğü ada(lı) için de deniz: Ev sahibidir. - Sahibesidir mi demeli? Öyle
de düşünülebilir. Döl yatağı: Deniz! Adadan, ada(lı)nın üzerinde durduğu o kayalıktan
bakınca, ağırlığınca patikalarına çöken sisin ardından görebildiğimiz özgürlüğe
aralanan masmavi tül… Ya izi bulunan adalı! Onun için toprağın bittiği yer yok
oluştur. Dahası: Ölümsüzlük, sonsuz dalgalanmalar, bir kayboluş atlası… Sınırında,
adanın kıyısında kalakalır öylece, şüpheye, içe dönük. Açıklardan gelen ve onu
hep telaşlandıran o bembeyaz köpükler… Ada(lı) için deniz, onun öfkesinden
uzak, barış ve özgürlük rüzgârlarının estiği ıssızlık, kimsesizliğin evidir;
ada(lı) ve deniz orada çoğalır: En güzel ezgilerin, Musaların çalgıları, yürekleri
orada çarpar; dizeler, iyilikler gibi oradan denize atılır; adaysa, kendine
ulaşanları kucaklar, bağrına basar, bunu karşılıksız yapar, öyle ki gemi(ci)ler
için sevinç hanesidir, hele ki denizi zahmetle yaşayanların güvertesine, cömert
ışığıyla balık burcunda dolunay düşmeyegörsün…
* Bu yazı, Sincan İstasyonu Edebiyat Dergisi'nin 2010/29. sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder