İzmir Devlet Senfoni Orkestrası Viyolonsel Sanatçısı olan Cem’in, Susmanın Ötesi adlı Haiku tadındaki dosyası 2003 Arkadaş Z. Özger Şiir Yarışması’nda finale kalarak “Anılmaya Değer Dosya” olarak kitaplaştı. Sina Akyol ve Coşkun Yerli ile "İnsan Halleri"ni dert edinen ve kısa şiirlerden örülü RENGA şiir zincirinde yer alan Hakan Cem’in ikinci şiir dosyası Öpücük Damlası (2007) ile bir anlatı dosyası olan Çınarın Gururu Gölgesidir (2013) Yitik Ülke Yayınları’nca kitaplaştırılmıştır. 2014 yılında yayımlanan Ölüler İçin Kılavuz adlı şiir kitabıyla 2014 S. Arısoy Şiir Ödülü'nü aldı.


Yapı Kredi Yayınları'nca yayımlanan: “Tanzimat'tan Bugüne Edebiyatçılar” ansiklopedisinde de yer alan Cem’in yazı ve şiirleri bugüne kadar: Kitap-lık, Yasakmeyve, Özgür Edebiyat, E, Akatalpa, Son Kişot, Pitoresk, Şiiri Özlüyorum, Kurşun Kalem, Deliler Teknesi, No Edebiyat, Akköy Edebiyat gibi edebiyat dergileri ile Haydar Ergülen yönetimindeki Artful Living sanal edebiyat portalında da yayımlanmış, yayımlanmaktadır. Bazı Şiirleri Fransızca'ya çevrildi.








Translate

2 Ekim 2013 Çarşamba

ANLAM EKSENİNDE MÜZİK VE EDEBİYAT*


 
  Bilgiyle, bilginin yarattığı ışıkla yol alınan yaşam pratiğinde bencillik, ihtiras, kin gibi duygularımızdan arınmak isteriz. Ruhumuzda yalınlığı arayarak iyi kullanılmış günün her ânıyla adımlar atan bizler, güzeli arıyoruz. Bu arayışta aklımız, yüreğimizin derinliklerinde bulduğumuz gücümüz ve ruhumuzun dengesi olan güzellikler öncümüzdür. Sanat kavramına yakın duruşumuzla, içimizde, ruhumuzun derinliklerinde bir yerlerde gizlenmiş, bulunmak için bekleyen o yaratıcı enerjiyi keşfederiz. Biricikliğe yol gösteren, asırlar boyu güzellikler yaratmaya, güzelliklerden yararlanmaya yönlendiren sanat kavramı, öznenin var oluşundan başlayarak ayrılmaz parçası olmuştur. Yaşam pratiğinde düşünce, ahlak ve sosyal alanlarda ilerlemeye, kendimizi tanımaya, bilgilenmeye, kendimizi olgunlaştırmaya koyulurken karşılaştığımız sanat kavramında “Aklı” buluruz. Sevgili Yazar dostum Haluk Işık’ın dediği ve “İLE Edebiyat Dergisi”nin Ocak-Şubat 2006 tarihli sayısında da yazdığım gibi: Sanatın, özneye bir yandan estetik ve düşünsel boyutlar kazandırdığı, bir yandan da kendiyle yüzleştirerek değişim-dönüşüm için cesaret, güç verdiğini görürüz. Sanat bu işlevini: “Haz” duygu ve beğenilerini geliştirerek, özneyi daha duyarlı, uyumlu kılarak yerine getirir. İşte tam da bu noktada karşımıza “Güzellik” anlayışı çıkar. Haz alma aracı olmasının yanı sıra sanat: Bilgilenme aracıdır da!  Sanat yoluyla soluklandığı dünyayı anlama ve anlamlandırma sürecini yaşayan özne, bu yolda onun bir parçası olur. Elbette ki sanatın her zaman için toplumsal boyutu ve devrimci amacı da vardır. Sanat üreticisi, var olandan duyduğu sürekli kaygı, yetinmeyişliği, farklı olana yelken açışıyla geleceğin habercisi, bugünün yargılayıcısıdır da! Bu eylemleriyle sanat üreticisi geleceğe yönelik istek ve umutları, beklentileri canlandırıp yansıtmayı sanat yoluyla olanaklı kılar. Böylesine bir gücü ve yaratıcılığı sanatın tüm disiplinlerinde buluruz. Sanat üreticisi ve tüketicisine düşen görev: Onu biricik kılmak, ucuzlatmamaktır!

  Takındığı semiyolojik tavırla sembollere bürünen ve yedi sesi üreten; ritim öğesi öznede düzen ve ölçü, ezgi öğesi de dostluk ve birlik duyguları yaratan “Müzik” ve “Müzik-Edebiyat” ilişkilerinin  günümüzde vardığı anlam kaygısına,  bu sanatların derinliklerini de dikkate alarak göz ucuyla yakınlaşmaya çalışacağım. İnsanoğlu iki ayağı üzerine kalktığı, elini kolunu kullanmaya başladığı günden bu yana kültürel etkinliklerde bulunmuş, avına yaklaşırken çıkardığı ses, tarlasını sürerken güç bulma anlamında geliştirdiği ritim duygusu ve sesleri, rüzgârın, denizin, kuş seslerini sesinde yinelemesi, taklit etmesi, ezgilerin doğmasındaki ilk adımlar olmuştu. İlk çalgı insan sesiydi! İnsanın içinde, derinlerinde, bulunduğu ortama uygun yansıttığı, içinde var olan ses! İnsanoğlu sesini kullanabilmeyi, nesneleri birbirine vurup ses yaratabilmeyi, hayvan kemiklerine üfleyip sesini gürleştirmeyi başardığında müzik tarihi de günümüze doğru yola koyuluyordu. Antik çağlarda dans, ses ve çalgılarla her çeşit törenin vazgeçilmez konuğu müzikti. Yaşamın düşündürücü, duygulandırıcı, devamla tüm alanlarında her zaman karşımıza çıkan müzik. MÖ 300-500 lerde müzik, toplumları bütünüyle etkisi altına almış, sevinç ve hüznün ifadesinde önemli yer tutmuştu. Helenistik dönemde müzik, dans, şiir, dinsel törenler iç içe geçmiş bir bütündü. Sonraları insanoğlu o gün içinde bulunduğu ruh haline uygun, doğayı yansıtan, yalnızlığını dile getiren, doğa güçlerine tapınma eyleminde mırıldanan, tepkili anında çığlıklar atan, sevincinde neşeli, zorda  hüzünlü ezgiler yaratmış, içinde bulunduğu kültürel davranışı müzik bağlamında günümüze dek ulaştırmış, geliştirmiştir.

  Müzik sanatında bugün anlam üzerine sürdürülen tartışmalarsa yüzyıl boyunu aşarken sonuca ulaşmaktan çok öteye savrulmuştur. Anlam, dış dünya ya da bireyin derinindeki gerilimler, kırılmalar, hüzün ve sevinç dalgalarının dışa vurumu olarak kendini tanıtsa da asırlar boyu ideolojik ve felsefi düzlemde takındığı tavır nedeniyle onu tanımakta güçlük çekenler bugün hâlâ çoğunluktadır. Karşıt görüşler çerçevesinden baktığımızda müzik: Öznenin davranışları ve duyguları bağlamında etkisini ve doğrudan ifadesini savlarken, diğer görüş çerçevesinde de anlamdan uzağa savrularak bilgi, ifade, bilinç üretmez, sunmaz. Müzik, duyguların harekete geçirilmesiyle hazzın duyusal coşkusu özne tarafından hedonist yaklaşımla tüketilir. Karşımıza birdenbire dikilen yedi sesten başka, majör minör tonlar esasında tizden pese yayılan onca sesin bir araya gelişi, bu seslerin dışa vurumu, yorumlanması, sanat alıcısının akıl koridorlarından süzülmesiyle anlama dönüşmektedir. Aklın yolundan geçerek anlama dönüşen bu sesler, bir dil de eriyerek ruhumuzun derinliklerinde boy verecek hazzı, coşkuyu filizlendirir. Eridiği bu dil, müziğin yenilenmesi, yanı sıra yinelenerek üretimini, paylaşılabilir gerçeğini ortaya koyabilmektedir. Tüketici özne kendisine sunulan seslerle estetik düzeyde iletişim içinde olur. Sesle verilenleri algılama ancak o dil ve tüketici öznenin etkileşimiyle mümkündür. Düşünceyle olan ilintisi nedeniyle duygu, derindeki sessizliği bozma, umutsuzluğa başkaldırı, değişim ve dönüşüm için cesaret kaynağıdır. Bu kaynak aynı zamanda tüm sanat ürünlerinde ve üreticilerinde şeyleşmeye de yol açar. Müzikte de bu şeyleşme dönüşümün ötesinde yer alarak bir biçim değiştirme, başkalaşmadır. Şeyleşmenin öncesinde yer alan düşünce bireyin becerisi aracılığıyla ortaya kalıcı nesneler koyan uğraşıyı tetikler. Bu uğraşının uğrunda ödenmesi gereken bedelse yaşamın kendisidir. Bu diriliş, kaçınılmaz olan ölümle ilintilidir. Müzik ya da farklı sanat ürünleri olsun içeriğinde var olan ve üreticisinin de derinindeki yaratıcı duygunun sınırında yer alan ölüm, öznenin yazgısı olurken, dirilişin, başkalaşımın da ifadesidir.

   Müzik sanatındaki anlam tartışmaları, derininde müzik-edebiyat birlikteliği sorununa da el atar. Formalist tutum: Müziğin anlam ve dışa vurum tavrını reddederek müziğin bir dil olmadığını savlar. Hele ki gerçek bir dil olan edebiyatla bir araya gelemeyeceğini, birleşerek yenilikler yaratabileceklerini kesinlikle düşünmez. Bu düşüncenin reddedildiği karşıt görüşteyse müzikteki anlamlandırma ve dışa vurum edebiyat dilinin birlikteliğiyle semantik bir güce dönüşecektir. Müzik-edebiyat birlikteliğinden ortaya çıkan güçse bir dildir. Bu birliktelik, geride kalan satırlar arasında ifade bulduğu gibi: Aşılan yüz yıllar boyunca batı uygarlığı içerisinde yakın ilişki içinde süregelmiştir. Müzik ve edebiyat, ilişkilerinde tüketicisini aynı noktada buluştururken aynı zamanda farlı yollara da savurarak gerilim yaratabilirler. Yazarın, müzik adamının dili gerilim yaşar! Kullandıkları malzemeler ses ve söz, diğer sanatlara karşın en az maddeci tavrı takınırlar. Takınılan bu tavır nedeniyle müzik ve edebiyatta şeyleşme diğer sanat dallarına oranla daha az ifade bulmaktadır. Müzik ve edebiyatta boy veren olağan üstü bir yetenek, deneyim, bilgi birikimi doruğa ulaşmadan kabul edilebilir bir yetkinliğe ulaşabilse de resim, mimari ya da heykeltıraşlıkta hal böyle değildir. Göz ucuyla baktığımız zaman: İnsanın kendisi bağlamında kabul gören ve dil işçiliğiyle ürün veren edebiyat sanatı kendisini esinleyen düşüncenin yakınında yer alır. Üretilende kalıcılık üretilenin yoğunluğuyla ilgilidir. Bu yoğunlaşma gündelik dilin oluşturduğu yoğunlaşmanın sınırında taşıdığı şiirselliktedir. Yazar, okurun belleğine işçiliğini mutlak kendi üstlendiği söz yapısının yanı sıra ritim öğesiyle ulaşır. Yazarın kalıcılığıysa insana olan yakınlığıyla ilintilidir. Bu ilintiden hareketle müzik-edebiyat ilişkisinde yazar ve onu okuyanların belleğine sunulan ürünün kendisi, istenileni, olması gerekeni sunarken, ölümsüzlük sınırını da zorlar. Bireyin yaşamı boyunca tekrarladığı düşünme eylemi boyunca bu tekrarlarda eyleminin anlamı sorgulanırken yaşamın kendisi de sorgulanmaktadır. Müzik, edebiyat ya da diğer sanat dallarında olsun sanat üreticisi ürettiğinin: Bireyin duyularının algılayacağı nitelikte olmasına, uyarıcı, doyum verici, akıl için besleyici,  biçimlendirici ve yüceltici anlamlar katmasına yol açmalı ve yukarıdaki satırlarda yer aldığı gibi düşünme eyleminin yanı sıra yaşamın anlamı konusunun da sorgulanmasına imkân kılmalıdır. Asırlar boyu ve günümüzde tüm sanat ürünlerinin sorgulamaya, aklın koridorlarını aşındırmaya, anlama yönelik bu tavrı iktidar çevrelerince her dönemde, toplumlar için tehdit oluşturduğu yönünde dillendirilmiştir. Bu anlayışın acımasız sonucu olarak antik çağdan bu yana sanat üreticisi toplum dışına savrulmuş, itilip kakılmıştır. Ne de olsa bir sanat yapıtı, bireydeki tüm dengeleri tehlike sınırına taşıyacak fırtına sonucu filizlenir.

* Bu yazı, Deliler Teknesi Edebiyat Dergisi'nin 2007/5. sayısında yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder