Dar ve uzun bir sokaktır sürgünlük…
Düşünüyorum. Öyleyse sürgünüm:
Kendimle çatışmaya; kendime yabancılaşmaya!
Gücü elinde bulundurmak pek çoğumuza
yeterli gelmiyor günümüzde. Yanı sıra bireyin yüreğini, beynini, ruhunu da ele
geçirmek istiyoruz. Bunu da vahşi bir hayvanın avını yemeden önceki duruşuyla betimliyoruz:
Pençelerimizi uzatıyor, yalanıyoruz, yalanıyoruz…
Korkmalı! Karşı olanlar,
küçümseyenler, kullananlar... Ne kalabalık, ne kalabalık! Düşünmeye,
sorgulamaya uzak duranlar, ezilmeyi, yenilgiyi hemencecik kabullenmeyi ilke
edinenler, karşılarında düşünsel plandaki muhalif kimliklerini koruyarak dimdik
duranlara: Mızıkçı! diyorlar. Sancılarla doğan her yeni düşünce, alıcısına ulaşamadığı
sürece ölüme: Sürgüne gider. Sürgünle eksiliriz, azalırız! Oysa yeni düşünceyi
sürgün etmek yerine, eskiyle, bilinenle harmanlayarak farklı bir kapıyı
aralayabilir, itelendiğimiz yeni dünyaya yelken açabiliriz. Öte yandan, yalnızlığın
iç denizlerindeki kararsızlığımızdan,
sıkıntılarımızdan, inançsızlıklarımızdan, sevgisizlikten öte kayboluşumuzdan bizi ancak dil, dilimiz kurtaracaktır. Dil,
karanlığın derinliklerinde de yaşamını sürdürebilir! Düşüncelerle, imgelerle,
sözcüklerle insanı savurabilir… Sisin tüm yoğunluğuyla çöktüğü dar patikalardan
geçerek ulaşılan zirvede, ayaklarımızın altına serilen o sonsuz kışkırtıcı
güzelliklerin sesidir dil ve elbette ki söyledikleri… Okuma eylemiyle bu
söylenenleri dinlemek, bireyi kendisiyle yüzleştirir, tartıştırır. Yaptığımız
okumalarda çağın ötesini sorgulamak, günümüze oradan bakmak, öyle
yargılamak ve ötekiyle boğuşmak
sonsuzluğunda yol alırız. Dili kurarak, yaşam ve ürettiklerimiz arasındaki
etkileşimle, bilinenle, yetinmemeyi öğrenir, bizden sonrakilere de bilinçlenme
bağlamında bulduğumuz yeni izleri ulaştırma çabası içine gireriz. Edebi
bağlamda dil ve söylediklerini dinleyip okuttuğumuzda: “İnsan” olduğumuzu
hatırlar, hatırlatırız… Kendine dayanamayan, kendiyle barışık olamayanlarsa, okuduğunu
yazarıyla birlikte buruşturur atar: Sürgün eder! Öteden gelen sesin
susturulduğu andır bu ve insanlık tarihi boyunca hep böyle ola gelmiştir. İktidar
ve mutlakiyete karşı ses vermiş tüm diller
sürgüne: Uçsuz bucaksız yalnızlığa, sessizlikler içindeki ölüme
gönderilmiştir. Sürgünde, geçmişi, geride kalanları yaşamaya dönüş vardır. Günler
geleceğe değil, geçmişe, geriye dönüşe akar. Özlemdir sürgün. Çürümedir de:
Zamanla çözülme, yozlaşmayla boy veren bir çürüme… Ait olmadığınız göğün altında
yabancılaşma, kök saldığınız, dallanıp budaklandığınız topraklardan
savrulmadır. Ötekini yaşamak üzere acıya, ıssızlığa yolculuktur. Sürgünün
gözleri rüzgârlıdır! Bazen bu rüzgârlar dinmez, bazen de yerini benimseyişe,
dingin zamana bırakır. Düşünce ağacından koparılan filizdir; yürüyüşüyse
sonbahar yaprağını andırır! Anılarınızı, düşlerinizi, belleğinizi bıraktığınız
coğrafyadan silinmedir. Sürgün: kuşkulanılandır! Kimlikte yıkımdır, al aşağı
edilendir… Sürgün edilen kadar, kalanı da yakından ilgilendirir sürgünlük, çünkü
sürgün: Giden ve kalandır! Her an dönüşe hazırdır. Oysa köküyle birlikte
savrulana, gittiği yoldan dönüş şer kılınmıştır. Kalanı da böyle etkiler. Sürgünlük,
zamanla yeni zenginlikler getirir de bu önceden sezilmez, bilinmez. Bilinemez! Sürgünün
yüzüne, göğünü yurt edindiği yeni coğrafyasının kokusu, rengi, havası, kısaca
oradaki doğa siner. O, yeni biridir aslında! Vazgeçilmez olan: İç sürgüne düşmemek,
oracıkta kurumamaktır; düşünmekten, düşündüğünü söylemekten, direnmekten, dile gelmekten…
Aksi: Ölümdür! Sürgün her an uzaklara bakar, oraları, oralarda alıştığı sesleri,
sokakları arar durur… Susturulmuş olanların sesidir o! Sürgünün yanı başı
boştur, üstü başı, çevresi ıssızdır. O susmanın ötesinde durur! Bireyin kendine
yolculuğudur sürgünlük. Yol aldığı yerler, baktığı, gördüğü her şey yorgundur!
Mezarların suskunluğu yeşerir sürgünün yüreciğinde! O, kavuşmanın kıyısında
yaralıdır. Şöyle de sorabiliriz: Yüreğimizin, kıpır kıpırlığımızın, coşkumuzun: Yaratıcı coşkumuzun
kuş kafesine kapatılması değil midir sürgünlük?! Aynı zamanda göze alışların
yurdudur da. Uzak gülüşleri olan sürgün!.. Çatışma, direnme, diretileni kırma
iradesiyle çıkılır sürgüne. Sürgünün düşleri sıra dağlar gibidir; günleriyse
fotoğraf albümlerinde ağarır. Orası: Yüreği: Kalabalıktır! Onları uzak
topraklarda bırakmıştır. Sürgün, sürgüne çıktığı, ardında bıraktığı coğrafyadan
pek çok çığlığı beraberinde: Yüreğinde taşır ve yüreğindeki umut inanılmazın
kanatlarıyla uçar durur…
Sürenlerse: Baskıyı, şiddeti,
zorbalığı evleri bilmişler, oradan soluk alıp veriyorlar…
SUNU:
“Son gülüş kimsenin değil!”
diyor, John Ashbery:
“Ama bu evren neyin sundurması?”
ve ekliyor T.S. Eliot:
“Zaman yıkıcı ise de zaman koruyucudur!”
* Bu yazı, Deliler Teknesi Edebiyat Dergisi'nin 2008 / 7. "SÜRGÜN" dosya konulu sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder